28 Mart 2012 Çarşamba

Tinker Tailor Soldier Spy

Son zamanlarda izlediğim en iyi filmlerden biri diyerek başlayayım.

Soğuk savaş döneminde İngiliz İstihbaratında bulunan bir Rus köstebeğinin peşine düşünüyoruz. Hikayenin ana karakteri Gary Oldman'ın mükemmel bir şekilde canlandırdığı George Smiley.


Gary Oldman sevgim epey köklüdür; unutulmaz rolleri de saymakla bitmez. Bram Stoker's Dracula ve The Scarlett Letter'da canlandırdığı kışkırtıcı karakterler, Leon'da nefret etmenize karşın garip bir yakınlık hissettiğiniz psikopat Stansfield, Immortal Beloved'da sizi de kendi dramının içine çeken Ludwig van Beethoven, Interstate 60'de matrak yönünü konuşturduğu O.W. Grant, benim gibi Harry Potter sevenleri adeta ödüllendirdiği Sirius Black, yeni Batman serisi'nin önemli karakteri Jim Gordon (her filmde ona bir şey olacak diye geriliyorum ki bu sefer fragmanlardan gördüğüm kadarıyla işler pek parlak değil) ve daha saymakla bitmeyecek niceleri...


Madem Oldman'ı bu kadar övüp rahatladım, filme geri döneyim. Dediğim gibi bir dönem yapımı, her sahnede müthiş detaylar ve özen sürekli karşınıza çıkıyor. İstiklal Caddesinde geçen sahne özellikle müthiş, duvardaki afişlere kadar kareyi durdurup inceleme isteği uyandırıyor. Gene de bir hata buldum, uzaktan bir çekimde okul otobüsü görünüyordu; tamam susuyorum.


Diğer önemli bir isim yılların eskitemediği oyuncu John Hurt. Control rolünde kısa ama çarpıcı bir performansla karşımıza çıkıyor.

Yapım tam anlamıyla eski casusluk filmlerinin havasını taşıyor. Ağır ilerleyen bir hikaye içindeyiz ve bu satırları yazan kişi de ağır hikayelerden genelde pek hoşlanmaz; ancak gözünüzü bile kırpmadan iki saatten fazla bir süre boyunca siz de Smiley ile birlikte köstebeği bulma serüvenine dahil oluyorsunuz.


Diğer önemli isimler genelde donuk ve özünde romantik adam rollerinde görmeye pek alıştığımız Colin Firth (King's Speech'i ayrı tutuyorum ve bu rolde gene donuk olmasına karşın çizgisinden farklı bir karakterde) ve özellikle son zamanlarda fantastik filmlerde "en kötü adam" rollerinde görmeye alıştığımız Mark Strong.


Son olarak Inception'da dikkatimizi çeken ve The Dark Knight Rises'da Batman'in düşmanı olarak karşımıza çıkacak Tom Hardy'i de unutmamak lazım.

Bu kadar ismi tek tek saymamak elde değil; zira müthiş görüntüler eşliğinde gerçekten başarılı oyunculuklar izliyorsunuz. Özellikle filmin final sahnesi unutulmayacak kadar etkileyici. O nasıl bir bakıştır Mark Strong!


Haliyle filmle ilgili detay vermeyeceğim ama özellikle Soğuk Savaş dönemi filmlerini ve casusluk/polisiye tarzını seviyorsanız mutlaka izlemelisiniz.

Yapımın sinemada izlediğim ilk fragmanında X-Men: First Class'ın müziklerini besteleyen Henry Jackman'ın "Frankenstein's Monster" isimli parçası kullanılmıştı.


Ayrıca en iyi erkek oyuncu, uyarlama senaryo ve film müziği dalında üç dalda Oscar'a aday gösterildi. En iyi İngiliz Yapım ve uyarlama senaryo dalında da Bafta ödülünü kazandı.

Bu da filmin fragmanı, iyi seyirler.






26 Mart 2012 Pazartesi

Tarot // Büyücü ve Güç


Tarot, kimilerine göre kişilerin enerjilerinin kartlar vasıtasıyla aktarılmasıyla gelen bilgi; kimine göre ikonografik bir sanat eseri. Hepsi; ya da deli saçması.

Gelin biz geleceği okumakla uğraşmayıp olacağına bırakalım ve ikonografiye odaklanalım.

Klasik Tarot destesi 78 adet karttan oluşur. İki gruba ayrılır: Büyük Arkana (Arcana Major) ve Küçük Arkana. (Arcana Minor)


Bu yazımızda inceleyeceğim kısım Tarot'un gerek fal açılımlarında gerek simge çözümlemelerinde daha önemli yer tutan Büyük Arkana destesinden iki kart, Büyücü ve Güç olacak.

Öncelikle iki kartı ayrı ayrı tanımlayalım, sonrasında ikisini birleştirelim.

I - THE MAGICIAN // BÜYÜCÜ
Tarot destesinin en önemli ve ilk kartı. Büyücü hem son hem başlangıçtır.

Bilgeliği temsil eden beyaz bir cübbe ve ruhani aydınlanmayı temsil eden beyaz bir bant takan dingin yüzlü yaşsız bir adam. Arkasında ilahi gücü temsil eden altın renkli bir fon, üzerinde kazandığı gücü temsil eden kırmızı bir cübbe var. Bir elinde göğe uzanan asası ruhani bilgeliği, şifayı ve aydınlanmayı temsil ederken, aşağıyı işaret eden diğer eli ise dünyevi hayatı simgeliyor. Büyücü bir kanaldır, ruhaniyet ile dünyevi hayat arasındaki sonsuz denge ve ahengi kurmayı başarmıştır. Dünyaevi hayatın karmaşası onu etkilemez, ancak ondan tamamen kopmayı seçmez.

Masasında Küçük Arcana destesinin sembolleri olan Kupa, Kılıç (Maça), Değnek (Sinek) ve Tılsım (Karo) bulunması onun dört elemente hükmünün geçtiğini göstermektedir. Fona hakim beyaz ve kırmızı renkli çiçekler bereketi de simgelerken, Büyücünün başındaki sonsuzluk işareti onun bir döngüsünün olmadığını, sonsuzluğun sırrını keşfettiğini gösterir.

Unutmamak gerekli ki Büyücü kartı aynı zamanda zekanın ve otoritenin de sembolüdür.


Her Tarot kartı gibi Büyücü de ters dönerse kartın taşıdığı anlamlar değişecektir. Büyücünün karanlık yüzünde insanları kullanma, çıkar amaçlı sahte empati, yalancı vaatler ve peygamberlik, doymak bilmeyen bir güç ve yönetme tutkusu ortaya çıkacaktır. Kişi hem kendini doğruyu yaptığına inanarak kandıracak ama sonsuzluğa ulaşmak yerine sürekli aynı yolda görkemli görünen bir kısır döngü içinde hapsolacaktır. Ayrıca acı ki ters bir büyücünün beceriksiz bir iluzyonistten farkı yoktur; kendi şovunu görkemli ve başarılı sanan ancak çevresinde küçümsenen yetersiz biridir. Tek kandırdığı kendisidir. 

Resimdeki kişi bir yandan Merkür'ün diğer adı olan Yunan Mitolojisinin haberci tanrısı Hermes'tir. Hermes kurnazlığı, zekası, dalavereciliği ile okültizmin en önemli sembollerinden biridir. Hatta bu tür bilgilere "Hermetik İlimler" adı da verilir.

Tarotta her kartı pek çok anlamda yorumlayabiliriz, neticede sembol yorumlamanın da ucu bucağı yoktur. Ancak özellikle eski dönemlerde dualite - ikilik en önemli kavramlardan biriydi; bu sebepten ötürü kartların ters anlamları da dualitenin hem karşıtlık hem de tamamlayıcılık fonksiyonuna göre şekillenir.

VIII - THE STRENGTH // GÜÇ

Tarot destesinin sekizinci kartı olan Güç, değişik deste sistemlerinde değişik isimlerle de anılmaktadır. Bir diğer ismi "Fortitude" (Cesaret/Metanet), bir diğer ismi Lust (İhtiras) olarak geçer. Aslında bu kartı nasıl yorumlamak istediğimizle de doğrudan bağlantılıdır. 


Karta dikkatlice bakalım. Bir erkek yerine anlayışlı, şefkatli bir ifade ile bir aslanı etkisi altına almış bir kadın görüyoruz. Kadın yüzünde yumuşak bir ifade var ama asla teslimiyetçi değil. Burada Mars yani maskülen ve agresif enerjiyi temsil eden Aslan'ı zorlanmadan kontrolü altına almış. Aslan dilini dışarı çıkarmış, oldukça mutlu. Kadın fazla bir fiziksel kuvvet kullanmıyor, bilakis aslanın tüylerini severek onu kendi kendine bağlı kılıyor. Aslında kartın diğer ismi Fortitude  burada devreye gidiyor, herkesin durdurmak için uzaktan fırlatacağı mızraklara silahlara ihtiyacı olurken, kadın korkmadan aslana en yakın duruma geliyor.


Bir önceki ile tanıdık gelen noktalar var değil mi?  Tıpkı Büyücü gibi Güç de kafasının tepesinde bir sonsuzluk işareti taşır ve arkasında altın sarısı fon vardır. Onun elbisesi sadece beyazdır; aydınlanmış, şifa verebilen bir ruhtur ve elbisesi bereketi temsil eden çiçeklerle süslüdür.

Güç, şiddeti ve acımasızlığı güleryüzü ve sevimliliği ile sakinleştirebilir. Aslında burada bir çok pantheonun dişilik tanrıçalarının simgesini görürüz. Mısır'dan Hathor, Yunanistan'dan Aphrodite, Sümerler'den İştar ve niceleri.

Bir çok kadınlık tanrıçasına baktığımızda diğer temsil ettikleri kavramın "savaş" olduğunu görürüz.


Bu kart bir yandan da kişinin kendi içiyle savaşının resmidir. Büyücü ne kadar büyük resimle ilgiliyse Güç de hem çevremizle hem de kendi ruhumuzla savaşı temsil eder. Arzular, bastırılmış duygular, hayaller. Ebedi ve fani olan arasında bir denge kurulmalıdır. Geçici olanla kalıcı olan arasında seçim yapılmalıdır.

Ayrıca Güç politik dengeleri de temsil eder. Ters döndüğü anda tıpkı Büyücü gibi o da karanlık yüzünü gösterecektir. Bu sefer gerek dişiliği, gerek sevimliliğini isteklerine ulaşmak için bir silah olarak kullanacak; tatlı dille herkesi kendi amaçları için yönlendirecektir. Büyücü bunu kimi zaman öfke ve sindirme ile yaparken, Güç bunu kimi zaman vaatler, kimi zaman tatlılık kimi zaman ise ince tehditlerle gerçekleştirir. Bu açıdan iki kartı Mısır mitolojisinde Hathor ve Set ile de özdeşleştirebiliriz. İkisi de hem iyilik/cesaret/sevgi hem de kötülük/vahşet/acımasızlık sembolü olmuş figürlerdir.

BÜYÜCÜ VE GÜÇ
Bu iki kart için kısaca Yin-Yang diye kestirip atabilir miyiz? Elbette. Ama bu hakkını vermemek olur. Kartların erkek ve kadınla gösterilmesi aslında etken/dışsal ve edilgen/içsel enerjiyi temsil etmek içindir. Büyücü koşulları yaratır, Güç ise koşullara uyum sağlar ve gerekirse değiştirir.

Sonsuzluğa ulaşmanın sayısız yolu vardır, aslında iki kartın da amacı aynıdır: Bütünlüğe ulaşmak. İkisi de bunu kimi zaman aynı kimi zaman çelişen yollarla gerçekleştirirler.

Biz de kendi hayat yolumuzda kimi zaman kendimizle başbaşa kaldığımız kimi zaman da çevremizle halletmemiz gereken anlarla baş ederiz ve edeceğiz de.

İnsan doğası gereği kartların ters döndüğü anlar elbette olacaktır, hepimizin kalbininin karardığı ve hiç bir "doğru" yolun kalmadığını düşündüğümüz anlar vardır.


Ancak unutmamalıdır ki, bu ters yolda en büyük zararı görecek kişi kişinin kendisinden başkası değildir. Gene de bu her zaman her şeyin doğru gitmesini sağlamaz, sağlamamalıdır.

Kişisel not: Tarot kartlarının her birinde sayısız gizlenmiş sembol ve mesaj bulunur. Bunu plakları ters dinleyip garip işaretler ve mesajlar bulmakla karıştırmamalısınız. İyi çizilmiş tarot desteleri ikonografi açısından bir şölen olabilir; özellikle de politeist paganik inançlar için. Ki bana inanın bu dönemin sembollerinin aslında günümüzde çok değiştiğini söylememiz mümkün değil.

Özellikle Büyük Arkana destesi insanlar için önemli kavramları bir bir vurgularken bir yandan da inceden bir çok şeyi eleştirirler. Bunu özellikle Adalet, Yıkılan Kule ve Ölüm gibi kartlarda görebilirsiniz.

Kişisel görüşüm kesinlikle Tarot'un fal olarak etkisinde kalmamanızdır. Zira çektiğiniz kartların yönlendirmesi bir süre tamamen sizi koşullandırmaya ve obsesyona yönelik olacaktır. Bunun sebebi de kartların gizemli ve sihirli etkisi değil, tamamen kişisel olarak kendi kendinizi buna odaklamanız olacaktır. Özetle fala inanmayın, ancak az önce dediğim sorunu yaşamayacak bir mizacınız varsa ve isterseniz falsız da kalmayın. Ve hayır, fal bakmayı sevmiyorum. Özellikle kahve falında berbatım.


20 Mart 2012 Salı

X-Men: First Class

Ne zaman sinemada fragmanları izlerken Marvel yazan kırmızı ekranı görsem heyecanlanırım. İşin esası Marvel'dan babam çıksa yerim.

Ve kesinlikle X-Men'in yeri benim için bir çok çizgi evrenden daha ayrı. Magneto, Profesor X, Jean Grey, Wolverine, Deadpool, Gambit, Beast, Mystique... Daha sayayım mı? Sayısız çarpıcı karakter ve hikayeleriyle her daim ilgimi çekti, çekmeye de devam ediyor.


X-Men uyarlamalarıyla ilgili en büyük facia muhtemelen X-Men Origins: Wolverine idi. Tüm detaylar karman çormandı. Gene de Wolverine'e adamantium enjekte edildiği sahne bence iyiydi, hayal ettiğim gibiydi.

Ama facia Sabretooth ve Logan ilişkisi vs vs, neyse değinmeyeyim o kısma. Hiç olmadı.

2009 yapımı X-Men Origins: Wolverine dışında 2011'e kadar üç film karşımıza çıktı: X-Men (2000), X2 (2003) - bir çoklarına göre en iyisi; ve son olarak X-Men: The Last Stand (2006). 2011'e kadar X2'ye bayılsam da gönlümün ödülü çarpıcı hikayesiyle The Last Stand'e gitmişti; tabii burada Jean Grey sevgimin de kıyak geçmemde büyük payı var.



Jean ve Phoenix hikayesi filmde yansıtıldığından daha farklıdır çizgi dünyada, ama bu ayrı bir yazı konusu. Gene de altbeyin ve üstbeyin motifleri açısından bu kişilik bölünmesini izlemek epey hoştur. Phoenix her insanın içinde sürekli bastırdığı ve aslında daha güçlü olan taraftır; Jean ise sosyal dünyaya gösterdiğimiz "ıslah edilmiş" yüz.

Ve geldik 2011'e. Aslında oyuncuların işleri hiç de kolay değil. Charles Xavier ve Magneto gibi iki tane sayısız hayranı bulunan, ikonik karakterlerin gençliğini canlandırmak. Ama olunca oluyormuş!


Ancak şu kesin ki filmin en çarpıcı ismi Magneto rolündeki, Michael Fassbender. Zaten bu film sonrası kariyeri bir açıldı, pir açıldı. Ridley Scott'un pek çok filminde kendisini göreceğiz, Steve McQueen onunla çalışmaya devam ediyor, A Dangerous Method'da ayrıca harikaydı ve ona sayısız ödüller getiren Shame var.

Fassbender olması gerektiği kadar karizmatik bir Magneto olurken, kadim "dostu" ve "düşmanı" Charles Xavier'ı James McAvoy canlandırıyor. Kimi zaman Magneto'nun gölgesinde kalsa da bence başarılıydı, özellikle de ekibi eğitirken ve son sahnelerde.


Ve diğer karakterler, esas kötümüz Kevin Bacon yani Sebastian Shaw. Onun ekibi biraz fazla "Gerçek Kötüler" tadında ve yapay olsa da January Jones çok çekici bir Emma Frost olmuştu.


Filmde ilk ekibin kuruluşuna, güçlerini kontrol etmeyi öğrenişlerine ve meşhur kahramanlarımızın geçmişinden çarpıcı anlara tanık oluyoruz. Bu filmin en büyük farkı, karakterlere daha çok odaklanılmasıydı. Kimi zaman Mystique ile tam bir "outsider" olmak, kimi zaman ise Magneto ile iyi kötü arasındaki ince çizgide kalmak gibi.


Ve, müzikler. Henry Jackman özellikle bazı parçaları defalarca dinlenebilecek müthiş bir soundtrack hazırlamış. Filmin kapanışında duyduğumuz Magneto, 2000'li yılların Imperial March'ı adeta.

Ben size bir soundtrack menüsü vereyim:
- Rage and Serenity
- Frankenstein's Monster (Tinker, Tailor, Soldier, Spy filminin fragmanlarından birinde de kullanıldı)
- Mutant and Proud
- X-Training
- Magneto

Diğer parçalar da gayet iyi ama bunlar özellikle dikkat çekici, tavsiye ederim.


Filmin bence en etkileyici sahnesine Rage and Serenity eşlik ediyor. N kere dinlemişimdir. Sahneyi sizle paylaşmak isterdim ancak copyright mevzularından ötürü sahne Youtube'dan silinmiş. X-Men serisindeki en hisli sahnelerden biri olabilir, ya da bana öyle geldi. Aksini düşünüyorsanız da susun, çok sevdim işte. Frankenstein's Monster'ın eşlik ettiği sahne de gerçekten çarpıcı.


Ve sürprizi bozmayayım, ama filmde öyle bir sahne var ki; muhtemelen kahkaha atmadan edemeyeceksiniz. Bir kaç saniye, ama gerçekten çok etkili. :)

Eğer hala fırsat bulamadıysanız, hem fantastik dünyalarda gezinmek hem de eli yüzü düzgün bir film izlemek istiyorsanız X-Men: First Class'ı kaçırmayın.


Özetle benim için yeri ayrı, çok sevdiğim bir film bu. Ondan da biraz kayırmış olabilirim ama siz bana güvenin. Ayrıca sevindirici haber şu ki, hikayenin devamını da izleyebileceğiz.

"Peace was never an option."

Filmin fragmanı:







15 Mart 2012 Perşembe

Diablo III & Baldur's Gate


Bugün oyunseverler için pek bereketli bir gün, zira hem Diablo III'ün yıllardır süren bekleyişinde son dönemece gelindi, hem de Baldur's Gate sitesindeki geri sayım bitiyor.

Öncelikle Diablo III ile başlayalım, bu konuyla ilgilenip de artık bilmeyen yoktur ama ben de yazayım; oyunun çıkış tarihi 15 Mayıs 2012.

Evil is back.


Blizzard bekletmeyi pek sever malum. Starcraft II için seneler süren bekleyiş 27 Temmuz 2010'da sonlanmıştı. Starcraft: Brood War'un yayınlanma tarihinin 1998 olduğunu düşünürsek bekleme süreci tam 12 yıl sürmüş.

Diablo II: Lord of Destruction ise 2001 çıkışlı, yani Blizzard'ın bekletme süresi sadece 11 yıl; hadi yine iyisiniz.

Mesela Starcraft II Expansion Pack'i Heart of the Swarm sırada ancak onun piyasaya çıkması minimum 2013'ün sonları diye konuşuluyor. (Daha geç çıkmazsa şaşarım, ayrıca şu afişin renklerinin güzelliğine bakın. Kesinlikle mavi ağırlıklı ilk SC2 afişinden daha güzel. En sevdiğim rengim mor ne kadar güzel bir renktir öyle, mesela turuncudan daha güzel o kesin. Ama birlikte iyi gidiyorlar, o da bir gerçek)


Neyse taraflı yayıncılık yapmayalım konuya dönelim. Tarihin açıklanması sonrasında internette çeşitli mecralardaki tepkilerde sokaklarda "Allaahhhhh" diye bağırarak koşan Şener Şen coşkusunu görüyorum. Pre-orderlar başlamış durumda, hayırlı olsun. Tarih de tam mayıs ortası, özellikle sınav dönemlerine denk gelmesi pek çok kişinin başını yakabilir. Bir yerde kızlar için yaslı gün, bir süreliğine onunla vedalaşın diye bir haber okudum, eğlenceliydi. 


O zaman eklemeden olmaz, özellikle ilk dakikasını n kere izlediğim oyunun pek güzel cinematic'ini buradan izleyebilirsiniz. (sarı tonlarda çizgi roman "izlemeyi" ayrı seviyorum ben, yetkililer sesimi duysun)

Diğer tarafta ise dediğim gibi Baldur's Gate'in resmi sitesinde süren geri sayım bugün saat 21.00'de bitecek ve oyunla ilgili duyuru yapılacaktı. Ancak ben yazıyı yazarken siteye hala ulaşılamıyor. Söylenen o ki 2012 yazında bir Enhanced Edition BG-severlerle buluşacak. 


Ansızın gelen güncelleme, ağır ağır olsa siteye ulaşılabiliyor. Buyrunuz Baldur's Gate Enhanced Edition announcement screenshot:


Herkese kolay gelsin şimdiden, iyi eğlenceler ve iyi asosyalleşmeler. :)

14 Mart 2012 Çarşamba

Senna

2011'de izleyip de en etkilendiğin film neydi diye sorsalar cevabım tartışmasız Senna olurdu.

Ayrton Senna de Silva; 1 Mayıs 1994'te sadece 34 yaşında hayata veda etmiş Formula 1 tarihinin en büyük isimlerinden biri, gerçek bir efsane. 2010 İngiltere yapımı bu belgesel-filmde Ayrton Senna'nın hem başarılar ve kimi zaman çalkantılarla geçen kariyerini, aynı zamanda günlük hayatını izliyoruz; filmin insanın en çok içine işleyen kısmı da bu zaten. Bu kadar hırslı ve başarılı bir pilotun insancıllığı ve yaptığı işe duyduğu tutkuyu izlemek gerçekten etkileyici.


Formula 1'i ilk kez 98'de izlemeye başlamıştım. Şimdi bakınca kendimi şanslı hissediyorum, F1 açısından unutulmaz 1998-2000 sezonunu canlı izleme fırsatını buldum. Hakkinen ve Schumacher kapışmalarını izlemek için sabahın köründe kalkıp yarışı bekleyebiliyorduk. Açıkçası son yıllarda öyle bir hissiyatı istisnalar dışında pek yaşamadım.

Ve Senna; benim gibi 80'lerin ikinci yarısında doğanlar için efsanevi bir isimden ibaretti aslında. Herkesin derin saygı duyduğu, kimi zaman belgesellerde gördüğümüz kişi. Youtube torrentler sağolsun müthiş yarışlarını, geçişlerini ve hayatını sonlandıran korkunç kazayı da izleyip bir yarışçı olarak kendisine hayranlık duymuştum.

Bu yapımı izledikten sonra sporculuğuna duyduğum hayranlık insan olarak da hayranlığa dönüştü.


Filmin başında gencecik bir go-kart pilotu olan Senna ile tanışıyoruz. Sonrasında Toleman'dan Lotus'a o dönemki devlerin gerisinde arabalarla inanılmaz yarışlar çıkartıp dünya çapında tanınması, Mclaren'e geçip kendi yeteneklerine uygun bir araçla Prostla başlayan ezeli rekabeti ve Williams.

Araç altıncı vitese takılı olduğu hale yarışı o şekilde bitirmeyi geçtim kazanması, attığı sevinç çığlıkları ve arabadan çıktığında vücudunun kaskatı olması; sonrasında bir kaç kez başaramayıp titreyen kollarıyla birincilik kupasını kaldırması unutulmaz anlardan biri. Üstelik bu ülkesi Brezilyada kazandığı ilk yarıştı. Attığı son turu ve zafer anını buradan izleyebilirsiniz.


Bir diğer yarışta Prostla kafa kafaya geldikten sonra Prost yarış dışı kalırken; kendisi ön kanadı kopuk bir şekilde 19 sn pitte zaman kaybetmesine ve bitime sadece beş tur kala ikinci sıradayken yarışı gene birincilikle kazandığını görürüz, ve siz de bir bant kaydı izlemenize rağmen canlıymışcasına heyecanlanır ve sevinirsiniz.

Film biraz taraflı kabul etmek lazım, bu yapımda Senna iyi adam rakibi Prost ise kötü adam. Ancak Senna'nın şampiyonluğunun haksız yere alınması bir gerçektir, Prost'un sayısız kişisel ilişki ve politik manevraları da cabası.


Senna risk almayı seviyordu, izlerken de görüyoruz. Prost onun tehlikeli olduğunu düşünüyordu, ancak bu tehlikeli adam sıralama turları sırasında kaza geçirip bilincini kaybeden bir pilotu kurtarmak için (arabanın infilak etme riski, yolda hızla geçen araçlar, görüş dumandan ötürü kısıtlı ve yarış hala devam ediyor, diğer pilotlar tüm güçleriyle rekabet içindeler) hiç düşünmeden arabasını durdurup yardım için koşabiliyordu. O anı buradan izleyebilirsiniz.

O pilotun adı Eric Comas'tı, kaderin acı bir cilvesi ki Senna ölümcül kazayı geçirdikten sonra bu sefer Comas aracını durdurup yanına koşuyordu, ancak yapacak bir şey yoktu. Yıllar sonra olayla ilgili röportajını buradan izleyebilirsiniz.


Senna kendisinin de dediği gibi bir lobi insanı değildi, Formula 1'deki imaj ve politik işlerle ilgilenebilecek bir yapısı yoktu. Şimdiki tamamen imaj odaklı pr çalışması pilotlardan çok daha farklı ve insani bir çizgisi olduğunu görüyoruz. Hoş belgeselin dışında da eski dönem pilotlarını izlerseniz hepsinin öyle olduğunu görebilirsiniz.

Aslında bir yarışçıdan çok epik bir hikaye kahramanını izliyoruz; kazandığı imkansız yarışlar, ülkesi için moral ve mutluluk sembolü olması, yaptığı yardımlar, kurtardığı pilot, şövalyevari çeşitli davranışları ve arabasının yanında genç yaşta hayatını kaybetmesi onu trajik sonlu ve unutulmaz bir efsaneye dönüştürüyor. Elbette hala yaşasaydı hala dünyanın en iyi pilotu diye anılmaya devam edecekti ama efsane olmak başka bir şey.


Nitekim belgeselin sonunda o malum kaza sonrasında başı yana düşmüş şekilde araç içinde gördüğümüzde ya da arabasının yanında yatırılmış ve sağlık ekipleri bir şeyler yapmaya çalışırken de ister istemez tanımadığınız bir insan için gözyaşı dökerken bulabilirsiniz kendinizi. Epik bir hikayenin baş kahramanının ölümünü okumak ya da izlemek gibi.

Filmin en unutulmaz kısımlarından biri Imola'da attığı son tur. Garip bir his, hiç müzik kullanılmamış, adeta aracın içinde gibisiniz ve tek farkla siz sonu biliyorsunuz. Gene de insan değiştirmek istiyor, ancak Tamburello'yu uzaktan gördüğümüzde filmin son kısmına geliyoruz.


Cenaze töreni, ülkesinin sonsuz sevgisi, hayatındaki köşe taşı insanların rakip ya da dost onun için buluştuğu an; gerçekten unutulmaz bir sahne. Tabii burada Antonio Pinto'nun muhteşem müziklerinin de büyük etkisi var.

Filmin sonunda anladım ki dünyadan göçen bu adam sırf olağanüstü yetenekli bir pilot değil, gerçekten iyi ve onurlu bir insan.

Soundtrackinden bazı seçkiler:
Antonio Pinto - God / Senna Theme
Antonio Pinto - A Morte
Antonio Pinto - Strange Justice

FRAGMANI:



13 Mart 2012 Salı

Mitolojik Öyküler: Huang ve Long


Bildim bileli beri antik tarih ve mitoloji ilgi alanlarımdan biri. Antik Mısır mitolojisi ile başlayan hikayem hala devam ediyor; denk geldikçe farklı kültürlerden yeni öyküler, yeni simgeler keşfetmeye çalışıyorum.

Çocukken masal dinlemeyi pek severdim, ileride bir çocuğum olursa ona da tıpkı bana yapıldığı gibi öyküler anlatmak isterim. Öyküler güzeldir; hem dinlemesi hem de anlatması.

Sesli anlatmanın etkisi paha biçilemez ancak ben de blogumda sizle zaman zaman mitolojik öyküler paylaşmak istiyorum.

İlk öyküm uzakdoğudan gelecek. Zamanında mitolojik öyküler kitaplarından birinde karşıma çıkmıştı, bugün dinlediğim bir parça bana o hikayeyi çağrıştırdı.

Bu arada öykünün bulunduğu kitabı ya da metninin istediğim gibi bir benzerini bulamadığımdan kendi sözcüklerimle sizlerle paylaşacağım, bir kusur varsa şimdiden affola.


---

Efsaneler çağında uzak bir diyarda gümüş ülkesi ve tunç ülkesi diye bilinen iki ülke vardı. Bu iki ülkeyi engin bir nehir ayırırdı. Bu nehir kadar güçlü akardı ki iki ülke arasında ne gelen olurdu, ne de giden.

Ta ki o gün gelene dek...

Gümüş ülkesinin kraliçesi Huang'ın bir sırrı vardı. Öyle derin bir sırdı ki ne kralına ne de en yakınlarına söyleyebilmişti.

Kimi zaman omuzlarındaki yük ağırlaşınca saraydan, çok sevdiği halkından da uzaklaşmak için yollara düşer, ülkesini çevreleyen duvarlardan uzaklaşırdı. Ancak ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın gizemini içinde taşımaya devam ederdi.

Güzel bir bahar sabahında güneş pırıl pırıl parlar; kuşlar kendi şarkılarını söylerken kraliçe gene yürüyüşe çıkmıştı, esen yel öyle ılık hava da o kadar mis gibiydi ki geriye dönmeyi unutuverdi.


Bebekliğinden beri hakkında dehşetli hikayeler anlatılan o taşkın nehir bile düşmanca görünmüyordu uzaktan. Tüm ihtişamıyla coşku içinde akıyordu, adeta yanına çağırır gibi.

Yürüyüşüne devam etti kraliçe; taşıdığı yük uzun zamandır bu kadar ağır gelmemişti, bir o kadar da hafif.

Nehrin kenarına yaklaştı, korkulan nehir hiç de korkunç değildi. Saygı uyandırıyordu, ancak suyun huzmelerini hissetmek bir o kadar da hoştu.

Derken gözlerini uzaklara dikince suyun içinde bir karaltı gördü. Bu bir insan mıydı? Akıntıya kapılmış ilerliyordu. Kim olursa olsun bu akıntıdan kurtulamazdı. Onu kurtarmaya çalışırsa kendi insan bedeni de.

Yapacak bir şey yoktu, ne olursa olsun o canı kurtarmalıydı.

Hatırlayamadığı kadar uzun yıllardan sonra ilk kez gerçekte olduğu şeye dönüştü ve akıntıda sürüklenen o karaltıya doğru hızla uçtu. Bir adamdı bu, dalgalar içinde sürükleniyordu. Pençeleriyle onu yakaladı ve kendi sınırlarının olduğu bölgeye taşıdı.

Adam baygındı, kayalar göğsünde derin yaralar açmıştı. Hiç bir insan eli bu yaraları iyileştiremezdi ama bu elim derdin sadece kendisine nasip olmuş bir çaresi vardı.


Anka kadının gözyaşları adamın yaralarına süzüldü, mucizevi bir şekilde yaralar kapanmaya başladı, ta ki tek bir çizik kalmayana dek.

Bundan derler Anka'nın gözyaşları her şeyin devasıdır diye. Ölümü bile yenebilir.

Adam kendine gelirken kraliçe insan suretine geri döndü. Adam gözlerini açtığında karşısında normal bir kadın vardı.

Adamın ilk sözü "Sen de benim gibisin" oldu.

Kraliçenin kanı çekildi, böyle bir şeyi kimsenin bilmemesi gerekliydi. O da normal bir insandı ve öyle olmasa bile öyle bilinmeliydi.

"Ne gibi?" diye sordu kadın. Bu sırada adam ayağa kalkmış ve gözünü nehrin karşısına dikmişti.

"Benim ülkem nehrin karşı tarafında." Adam bu sırada kanlanmış gömleğine ve sapasağlam vücuduna bakıyordu. "Ve tüm bunlar kendi kendine iyileşti?" Kadına soru sorarcasına bakarak gülümsedi.

"Seni bulduğumda nehir kenarında yatıyordun". Sırrını asla bir yabancıyla paylaşmayacaktı. "Tanrılar seni esirgemiş."

"Öyle olsun" dedi adam. "Gene de beni kurtardığın için teşekkür ederim. Zira zaman zaman buraya gelip biraz oyunu fazla kaçırınca kazalar kaçınılmaz olabiliyor."


Hava kararmaya başlamıştı, kraliçenin geri dönmesi gerekliydi. Peki bu yabancı kendi ülkesine nasıl dönecekti? Ve ne garip şeylerden bahsediyordu!

"Haklısın, sen de ben de kendi ülkelerimize dönmeliyiz. Görüşmek üzere, gümüş kraliçe."

Bu hiç tanımadığı halde sanki tüm sırlarını biliyormuş gibi görünen tuhaf yabancı ile konuşmak yerine, bir selam verip yoluna gitmeliydi; ama merak dürtüsünü bastıramadı.

"Sen de benim gibisin derken ne demek istedin" diye sordu.

Adam güldü, göz açıp kapanmasından kısa bir süre sonra adam kaybolmuş ve kocaman kanatlı bir canlı nehrin üzerinden uçup karşıya geçmişti. Ejderha kanatlarını adeta kadını etkilemek istercesine açtı.

"Bunu."

Bir an sonra tekrar aynı adama dönüşmüştü. Ve kadına el sallayıp uzaklaştı.

Bu adam Tunç ülkesinin kralı Long'du.


Sırrının keşfedilmesi Huang için hem korkutucuydu, hem de huzur verici. Dünyada tek değildi, onun gibi biri daha vardı. Gümüş ülkesinde hayatı çok güzeldi, ama bu farklı bir şeydi.

Ancak ertesi gün merakını yenemeyip nehir kenarına gittiğinde Long'un nehrin diğer kıyısında onu beklediğini gördü.

Huang ve Long o gün korkmadan kendileri oldular; Huang gerçek bir anka, Long ise bir ejderha. Gök yüzünü boydan boya kat ettiler, şarkılar söylediler, kimi zaman bulutların üzerinde dans ettiler.

Kimi zaman ise Long korkmadan ateşlerini saçtı, Huang ise alev alev yanıp özüne ulaştı.

Özgürlük çok güzel bir şeydi, hem huzurlu hem de sarhoş edici.

Ancak zaman akıp gitmeye devam ediyordu, ikisinin de insan bedenleri yaşlanıyor, ülkelerindeki hem iyi hem de kötü anlar birbirlerini kovalıyordu.

Kadın bir anka, adam da bir ejderhaydı ama ikisi de birer hükümdardı ve ülkeleri her şeyden önce gelirdi.


Belki hep istedikleri gibi birlikte uçamadılar ama bunun anısını hep yüreklerinde taşıdılar. Gün geldi ikisinin de insan bedenleri yaşlandı ve birlikte uçmak hayallerde tatlı bir anı oldu.

Ama ne olursa olsun son nefeslerini verene dek Huang ve Long günde iki kez nehrin kıyısında gerçek suretleriyle birbirlerini selamlamayı unutmadılar. Gün doğarken ve gün batarken.

Bu dünyadan göçmelerinden yıllar sonra bile kendi soyları birbirlerini selamlamaya devam etti.

Ne anka ile ejderhanın efsanesi unutuldu, ne de Huang ve Long'un adı. Hem suretleri evrensel bütünlüğün sembolü oldu, öyle ki ikisinin resimlerini insanlar kutlama yaparken kapılarına astı, çocuklar onların ismini taşıdı.

Nerede olursa olsun Yin ve Yang'ın çocukları anka ve ejderhanın resmini görürseniz bilin ki hem aynı hem de bambaşka olmanın evrensel bütünlüğü tekrar kutsanıyor, Huang ve Long'un adları bir kez daha anılıyordur.


Tavsiye edilen soundtrack:
Hans Zimmer - A Way of Life (The Last Samurai)
Tan Dun - Love in Distance  (Ying Xiong // Hero)
Tan Dun - Farewell (Crouching Tiger Hidden Dragon)



 




12 Mart 2012 Pazartesi

Beyaz Perdenin Unutulmaz Çiftleri

Hello there,

Eğlenceli, beni kolay kolay sıkmayan bir konu: Anketler. Arada bu tür yazılara da yer vermek istiyorum, açılışı da en beylik konuya verelim: Aşk.

Sıralama yapmakla uğraşamayacağım, karışık sırayla işte beyaz perdedeki unutulmaz çiftler.

THE FOUNTAIN - IZZY CREO & TOM CREO
Elbette en sevdiğim filmimin unutulmaz ikilisi ilk sırayı alacak. Benim için yapılmış en güzel aşk filmi. Ölümsüzlüğün arayışında üç ayrı zamanda geçen bir aşk öyküsü. Üç farklı son, ancak hissiyat hep aynı; hangi zaman ve yerde olursa olsun.

Muhteşem görsellik, muhteşem soundtrack ve muhteşem mitolojik detaylarıyla sanıyorum bu filmin hep benim için ayrı bir yeri olacak. Bu ikiliyi en güzel anlatan parça kesinlikle filmin soundtrackinden The Last Man.

"Together we will live forever"


Bazen bu tür anketlerde Wallace & Prenses Isabelle yazısını görüyorum yazıyı hazırlayana kafa göz dalasım geliyor. Filmin çekirdeğini oluşturan öykü zaten Murron ve William Wallace'ın aşkı. Sırf çocuklukta geçen Wallace'ın babasının cenazesinde Murron'un ona bir devedikeni verdiği sahne dünyanın en güzel "aşk" sahnesi olabilir. Filme sonradan salça olan prensesi karıştırmak neden?

Bu ikiliyi en güzel anlatan parça tartışmasız A Gift of A Thistle. Bir de az önce bahsettiğim sahneyi buradan izleyebilirsiniz. Hadi meşhur final sahnesinin linki de burada, iyi hislenmeler.

"Every man dies, not every man really lives"


STAR WARS - PRINCESS LEIA & HAN SOLO
Ve evet ikonik bir çiftle karşı karşıyayız. Eski serinin en güzel "şeylerinden" biri de tabii ki bu ikili. Harrison Ford'un müthiş serseri karizması ile Carrie Fisher'ın tatlı cazgırlığı üç film boyunca tüm SW fanlarını gülümsetmiştir elbette. İkilinin hazır cevaplıkları ve burnundan kıl aldırmamaları olsun, meşhur "I know"lar olsun yerleri başka. Sırf atışmalarının bile sonrasında çekilen bir çok "didişken çiftli romantik film"e ilham verdiği kesin.

O zaman size bir adet "I know", bir adet de Han Solo Princess Leia Love Theme verelim.

- I love you
- I know


Sıradaki çiftimiz Bella Swan ve Edward Cullen... Şaka, şaka sakin olun.

STARDUST - YVAINE & TRISTAN THORN
Nail Gaiman'ın en sevdiğim romanlarından biri. Gerçek bir peri masalı. Tristan Thorn'un aşık olduğu ve bunu ispatlaması için ona bir yıldız getireceği Victoria için çıktığı yolculukta Yvainne ile tanışması, ve... Yıldızlar parlar biliyorsunuz. Görelim, nasıl oluyormuş.

Kitabını okuması çok güzeldi, filmde de Claire Danes çok duru bir Yvainne olmayı başarmıştı bence, ayrıca IIan Eshkeri'nin yaptığı harika müzikler de cabası. Soundtrackinde en iyi parçalardan biri The Shooting Star.

"What do stars do? Shine!"



Wall-E'yi izlerken bazen filmin tatlılığından infilak edecek gibi hissediyordum, içimden kalpler çıkacaktı. Özellikle de minik robotumuzun gözleri mahsun mahsun olduğunda resmen bir garip oluyordum. Bir çok aşk filminden daha tatlı ve saf gelmiştir bu ikilinin hikayesi. Eve başta biraz soğuk bir hava çizse de gelin olarak kendini kabul ettiriyor. Muhtemelen Wall-E'yi yakından görsem mıncırmaya çalışırken bir kaç devresini kırardım.

Şu sahnenin güzelliğine bakın o halde.

"Ev-ah!"


THE GETAWAY - CAROL MCCOY & DOY MCCOY
Biraz da tabii beyaz perdenin arıza çiftlerine değinelim. Tüm karizması ve belalı havasıyla Doy McCoy yani Steve McQueen ve sadık eşi Carol McCoy; Ali MacGraw, "Partners in crime" stilinin en çarpıcı örneklerinden biri. Nice Mr & Mrs Smith türevi filme ilham olmuş bir yapım. Son derece tansiyonlu bir hayatı ve de karşılıklı ilişkileri olan bu çiftin en meşhur sahnesi muhtemelen araba önündeki tartışma anı. Aynı filmi sonrasında Kim Bassinger ve Alec Baldwin tekrar çekmişti. Filmin elbette ilk versiyonu daha başarılı olsa da meşhur araba sahnesinin yeni hali bence daha "denk", daha çarpıcı. (İlk filmde Ali MacGraw daha pasif durumdayken, o sahnede Kim Bassinger'ın attığı okkalı tokadın da etkisi büyük tabii bunda)

Buyrun bu 1972 versiyonu bu da 1994, bakalım siz hangisini beğeneceksiniz.

"Punch it, baby!"



X-MEN THE LAST STAND - JEAN GREY & WOLVERINE
Tamam filmin uyarlama açısından sayısız problemi var ama bana Marvel geekliği yapmayın, kendim yeterince yapıyorum zaten. The Last Stand'de çarpıcı bir ikiliydiler. Haşin delikanlı Wolverine ile çift kişilikli Jean Grey'in hikayesi pek etkileyicidir, keza finali de. Tabii Jean Grey Phoenix'e dönüşmüşken ve her şeyi yok ederken tek yok edemediği şey Logan'ın pantolonuydu yoksa adamantium kemikler falan açılıyordu çatır çatır. Ayrıca Wolverine'in iyileşme özelliği var ama o kadar hızlı değil, bir de... (Yapmayın dediğiniz şeyi kendim yaptım işte görüyorsunuz) Zaten Cyclops'tan pek haz etmediğim için desteklediğim bir çift, Jean'i gene diriltsinler gene izleyelim bu ikiliyi.

Final sahnesini içeren güzel bir video bulamadım ama ikili için yapılmış ve arka planda hikayeye de pek uyan bir parçayla kombinlenmiş bir fan clip var, buyrunuz. (Parça Evanescence - Lithium)

"Save me"



CASABLANCA - ILSA LUND & RICK BLANE
Bir başka ikonik çift. Humphrey Bogart'ın canlandırdığı Rick Blane karakteri ilerleyen zamanda "antikahraman" rollerinin oluşması ve yaygınlaşmasında bir köşe taşı oldu. Karşımızda dünyanın en güzel sigara içen adamı yani Bogart ve buğulu bakışlarıyla Ingrid Bergman. Victor Lazslo'yu canlandıran Paul Henreid'i de unutmamak gerekli. Hakkında sayısız şey yazılmış finali olsun, Rick ile Ilsa'nın yıllar sonra karşılaştıkları ilk sahne olsun n kere daha izleyip bıkılmayacak bir klasik. Eh, filmden unutulmaz bir sahneyi de paylaşalım o zaman.

"Here's looking at you, kid"


DİLA HANIM - DİLA HANIM & KARADAĞLI RIZA
Sırf final sahnesi ile bile yeri ayrı bir film. Elbette bir de insanın içine işleyen müziğiyle. Çocukken ilk izlediğimden beri finalini ne zaman görsem hatta müziğini duysam tüylerim diken diken olur. Türkan Şoray ile Kadir İnanır'ın bence birbirlerine en yakıştıkları ve ikisinin de fiziken en güzel göründüğü film de budur. Her şeye inat aşklarını göğüslerini gere gere ortaya koyup ölüme bile razı olmalarıyla, unutulmaz bir son; unutulmaz bir trajedi. O sahneyi de buradan izleyelim o halde.

"Çal!"



ROCKY - ADRIAN & ROCKY BALBOA
Rocky'i de  "Adriaannnn"ını da anmadan olmaz elbette. Resmen seyirci ile birlikte yaşayan, yaşlanan ve değişen bir ikili oldu Balboa çifti. Yoksulluktan dünya çapında başarı ve şöhret, kayıplar, ayrılık derken ikiliyi uzun yıllar izledik. Madem öyle, safi bir romantik sahne yerine Rocky IV'de Apollo Creed'in ölümü sonrası Rocky'nin Lamborghinisi ile yola çıkıp geçmişi hatırladığı meşhur sahneyi izleyelim; Robert Tepper - No Easy Way Out eşliğinde.

"I guess what I'm trying to say is, if I can change, and you can change, everybody can change"


BATTLESTAR GALACTICA - KARA THRACE & LEE ADAMA
İlk 10 örnekte hep sinemadan gittim ama bu ikiliyi de yazmazsam olmaz. Battlestar Galactica'nın dengesiz ve çılgın hatunu Kara Thrace ile daha sakin görünen ama bence daha az problemli olmayan Lee Adama'nın tüm sezonlarda üçüncü, dördüncü, beşinci şahıslarla devam eden ama kopmadan iniş çıkışlarla ilerleyen ilişkisi bu listede yer almayı hak ediyor. Öykünün unutulmaz finaliyle bence her daim hatırlanacak bir çift, nam-ı diğer Starbuck ve Apollo.

Özellikle de Kara'nın "kazığı" sonrasında başka insanlara gitmelerinden çok uzun süre sonra birbirleriyle "özlem giderdikleri" meşhur kavga sahnesini de unutmamak gerekir. Youtube'da maalesef tam bir video yok ama en azından sahnenin son kısmını buradan izleyebilirsiniz. Bahsettiğim bölüm S03E9 "Unfinished Business", bence BSG'nin en iyi bölümlerinden beri. Dizinin belki en "aksiyonsuz" bölümü ama gerek Kara-Lee ilişkisinin flashbacklerle anlatışı, gerek bir yandan filodaki diğer insanların kapatılmamış defterlerini tekrar açması, ve aşk tanımını bir insanın ağzını burnunu kırdıktan sonra çok özledim diyerek sarılmak olarak veren çarpıcı bir bölüm. Kavga sahnesinde de çalan parça Bear McCreary - Violence & Variations.

"I missed you"
"I missed you, too"



Aklıma gelen ve sıkılmadan yazabildiğim ikililer bunlar oldu. Tabii bu satırları yazarken en bir o kadar daha çift gözümün önüne geliyor ama bu gecelik benden bu kadar, bir daha da bu konuya döner miyim bilmiyorum. Ayrıca fark ettim ki yazdığım filmler hep eski tarihli, uzun süredir çarpıcı bir aşk filmi ya da aşık ikili izlemediğimi de böylece fark etmiş oldum. Son olarak bir de konuyla (aşk meşk vs) alakalı kapanış jeneriği müziği koyalım: (Aslında konu bahane oldu sabahtan beri kafamda dönüyor parça)

Huzurlarınızda, Michael Jackson - In The Closet.