31 Temmuz 2012 Salı

The Dark Knight Rises

Geçtiğimiz cumartesi uzun süredir beklediğim The Dark Knight Rises'ı izledim. Gümbür gümbür fragmanlarıyla Christopher Nolan büyük bir beklenti ve heyecan yaratmıştı. Son yıllarda müthiş fragman-fos film ikilisine pek aşina olmamıza karşın soluksuz izlediğimiz bir 2 saat 45 dakika geçirdik.

Filme henüz gitmediyseniz fırlatma koltuğunuzu çalıştırın.


Çeşitli mecralarda filmle ilgili çeşitli tartışmalar sürüyor. Çok beğenenler de var hiç beğenmeyenler de. Kendi adıma bir çok açıdan filmi çok beğenmekle birlikte gözüme batan noktalar da vardı. Tabii bunda Christopher Nolan'ın başta Inception ve The Dark Knight olmak üzere seyircinin beğeni çıtasını çok yükseltmesinin payı büyük. Belki sıradan bir yönetmende hiç göze batmayacak detayları Nolan yapınca dikkat çekiyor; hele The Dark Knight gibi çok çarpıcı bir yapımın üzerine. Ancak iki filmi kıyaslamak gerçekten anlamsız zira Tdk ve Tdkr yapı olarak birbirinden gerçekten farklı filmler.

Filmin hikayesi esasen Batman Begins ile bağlantılı, bunda muhtemelen Heath Ledger'ın ölümünün payı vardır. Joker ile mücadelesinden sonra inzivaya çekilmiş, bastonla yürüyen son derece depresif bir Bruce Wayne ile karşı karşıyayız. Tüm film aslında Bruce Wayne'in çöküşü, yok oluşu ve yeniden doğumunun hikayesi; özellikle de çukurda geçen sahnelerde bu dönüşüme an be an tanık oluyoruz. Christian Bale özellikle Batman'in acısı ve tükenmişliğini seyirciye çok başarılı bir şekilde hissettiriyor.


En önemli noktalardan biri belli: Joker gibi muhteşem bir "kötü"den sonra elbette boşluğu doldurmak kolay değildi. Üstüne üstlük yüzünün neredeyse tamamını kapatan bir maskeli karakter karşımıza çıkıyorsa. Bane; bence bu filmde etkileyiciydi. Joker ile kıyaslanması anlamsız. İkisi de kaos yaratan ve bundan beslenen karakterler gibi görünse de aslında iki karakterin doğası birbirinden çok farklı. Ayrıca sadece gözleri ve beden dilini kullanabilen Tom Hardy gerek kötücül ses tonu, kimi zaman da sadece bakışlarıyla karaktere harika bir şekilde can vermiş. Michael Fassbender ile gelecek yılların en ses getiren iki aktörü olacaktır diye düşünüyorum.


Anne Hathaway filmografisinden ötürü Catwoman için seyircide bir çok soru işareti yaratmıştı; şahsen çok da matah bir şey beklemiyordum. Ancak rolüne yakışmış, Tim Burton'ın kırılgan femma fatale'inin yerine çok daha kendine güvenli ve çekici bir karakter olarak karşımıza çıkıyor Catwoman. Ayrıca filmde kedilerle ilgili tek bir kelime dahi geçmemesi de hoşuma gitti. Rolünün filme çok büyük bir katkısı yoktu, ancak dediğim gibi filmde hiç sırıtmıyordu. 


Ancak diğer kadın oyuncuya yani Marion Cotillard'a geçersek; muhtemelen kariyerinin en kötü performansını bu filmde gösteriyor. Talia Al Ghul sürprizini yaratmak için karakterin sığ kalması hadi bir derece diyelim ama tüm film boyunca yapmacık mimikler ve ses tonuyla iç kıymaktan başka bir şey yapmadı Cotillard. Ancak bu işin zirvesi (en dibi?) berbat ölüm sahnesiydi ki hakikaten bir an Gerçek Kesit tadı vermedi değil. Nolan'ın neden bu sahneyi filmde tuttuğunu şahsen çok merak ediyorum.


Robin yani Dedektif Blake'in seyirciye sunumu gerçekten harikaydı. Sonlarda kafamda ikilem de oluştu. Yükselişi ve Batcave'e girişi adeta yeni Batman'in doğuşuna atıfta bulunuyor gibiydi, bir yandan da Robin olarak Batman'in görevini devralıyor da olabilir elbette.


Ve Michael Caine. Kısa rolünü o kadar güzel ve etkileyici oynamış ki göründüğü her sahnede duygulanmamak elde değildi. Özellikle Bruce Wayne'nin mezartaşı başında ağladığında içim oynadı, gerçekten çok büyük oyuncu.

Mahkeme sahnesinde kısacık da olsa Scarecow'u görmek çok güzeldi, Cillian Murphy klasını konuşturmuş.


Gelelim eksilere ve klişelere. En başta son anda patlaması engellenen sayaçlı bomba. Başka bir fatality metodu yok muydu. Hele bombanın patlamasına dakikalar kala Batman ve Catwoman'ın öpüşme sahnesi inanılmaz gereksizdi.

Patlamak üzere olan bombayı uçakla uzağa götürüp patlama işinin orijinalliği de malum. Jack Bauer de çok sever bu işi. Film boyunca sık sık bahsedilen otopilot mevzusunun işe yaramasına sevindim, bir yanım Batman'in öldüğü dramatik bir final istese de, iyi oldu.


Yalnız şunu çok isterdim: Inception finaline benzer bir şekilde Alfred hayal ettiği gibi karşı masaya bakıp gülümsese ve biz masadakileri görmesek çok daha sevinirdim. O muydu, değil miydi; topaç dönsün dursun.

On bin küsur kişiyle çekilen çatışma sahnesi ateş açıldığında sadece ön sıradan bir kaç kişinin düşmesi haricinde çok başarılıydı. Bir de aylarca yer altında kalan polislerin tertemiz kıyafet ve traşlı bir şekilde dışarı çıkması anlamsızdı. Bir de cici polis ve cici Amerika muhabbetleri var tabii.

Aslında bize bunları sordurtturan şey Nolan'ın bizi alıştırdığı yaratıcılık ve etkileyici atmosfer. Ama ister istemez göze batsa da film izleme keyfini kesinlikle engellemiyor.



Nolan, özellikle de bu filmde iyice New York'a benzeyen Gotham tasarımıyla son derece gerçekçi bir dünya yarattı. Batman'in beli kırıldıktan sonra bir kaç ayda toparlanması çok eleştirilmiş ama ne kadar gerçekçi olursa olsun adam süper kahraman buna da pek takılmamak lazım. Wayne'in tırmandığı sahneler çok etkileyiciydi, bunda Hans Zimmer'in muhteşem müziklerinin payı da büyük.

Meşhur bel kırma sahnesine gelirsek, aslında olması gerektiği gibiydi ama gönül isterdi ki şöyle ağır çekimli dramatik müzik eşliğinde bu olay olsun, gözlerimiz dolsun. Bilakis gayet sakin ve çarpıcı bir şekilde bu sahneyi izledik, diyecek bir şey yok. Batman yere serilip Bane kırık maskesini fırlatınca kaldık öyle.


Ve dediğim gibi müzikler, son derece güçlü ve çarpıcıydı. Özellikle muhteşem açılış sahnesinde resmen gaza getirdi ve gerdi. Bunun dışında köprü ve diğer binaların patlama sahneleri de ayrıca unutulmazdı.

İşin özeti aslında muhteşem iki film ve giderek artan beklentinin seyircilerin bir kısmında problem yaratmış olması ve yukarıda bahsettiğim bazı detayların beğeniyi törpülemesi. Ancak elimizi vicdanımıza koyalım kaç tane bu kadar iyi üçleme ve çizgi roman/kitap uyarlaması izleyebildik hayatımızda? Cevap oldukça az.


Nolan yıllar sonra da üç filmi arka arkaya izleyebileceğimiz unutulmaz bir hikaye bıraktı, muhtemelen çok uzun zaman boyunca da kimse Batman filmi çekmeyecektir.

Bu senenin en iddialı yapımlarından birini izledik böylece, 14 Aralık 2012'de The Hobbit: An Unexpected Journey gösterime girinceye kadar bu kadar heyecan yaratacak bir film olmasa da arada Total Recall (ki şahsen çok merak ediyorum), The Expandables 2, Skyfall, The Great Gatsby (bir başka çok merak ettiğim yeniden çekim) Cloud Atlas gibi filmlerle gene bizi güzel saatler bekliyor.

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Tuborg Goldfest

Malumunuz yaz geldi, aktivite dönemi başladı ve tabii ki bir çok şey gibi blog yazma işi de tavsadı.

Önceki hafta kısa bir Kaş turu yaptım, oldukça iyi geldi. Hem eğlenceli hem de bol yüzmeli bir tatil oldu. Gitmeyi düşünüyorsanız hiç ertelemeyin derim.

Ve döndükten sonra bir kaç günlük dinlenme sonrası Çarşamba günü Tuborg Goldfest başladı.


İlk günün headliner'ı Evanescence idi. Öncesinde Pentagram'a yetiştik, iyi bir kalabalık vardı; sahne önü nispeten boştu. Açıkçası festival açısından esas derdim bir çok kişi gibi Guns and Roses'ı daha doğrusu Axl Rose'u görmekti. Ancak benim açımdan  Evanescence beni şaşırttı.

Canlı performansta zorlandığı söylenen -hatta özellikle My Immortal videolarında da gözlemlediğim- Amy Lee son derece iyi bir konser çıkarttı. Sesi gayet güçlüydü, ekibi iyiydi. Özellikle de davulcusu. (Hem müzikal hem fiziksel açıdan :) )

Tek sorun Amy Lee'nin Flaş 2 Düğün Salonu konseptinde giyinmiş olmasıydı. Kullandığı vücut simlerini unutmak istiyorum, Ebru Gündeş bile sadece yüzüne sürüyor.


Genel olarak eğlenceli hatta moda tabirle "keyifli" bir konser izledik.

Cuma günü esas gündü tabii. GNR dışında en çok izlemek istediğim grup Apocalyptica'ydı ve maalesef sadece 10 dakika gecikmemize karşın erken çıktıklarını ve konseri de kısa kestiklerini fark ettik. Yaklaşık 1,5 parça dinleyebildik; üzücüydü. Bir dahakine diyorum artık.


Ve son derece dakik bir şekilde GNR ve Axl Rose sahnede. Son haline göre kilo vermişti, "Axl bitti" yorumlarına inat tam 2 saat 45 dakika sahnede kaldı, grup tam 29 parça icra etti.

"93 konseri başkaydı yaa" yorumunu bu noktada anlamsız buluyorum. Neticede aradan 20 sene geçti ve haliyle mucize beklememek lazım. Tüm klasikler çalındı, seyirci özellikle baba parçalarda son derece katılımcıydı.

Başlarda ses oldukça kötü geliyordu, konser ilerledikçe nispeten daha iyi hale geldi. Küçük Slash adını verdiğim imaj olarak Slash'a oldukça benzeyen gitaristin soloları oldukça iyiydi ama gene de bu kadar imaj benzerliği gereksizdi bence.


Ayakta oramız buramız uyuşurken GNR sahnede canavar gibi takıldı. Ayrıca bir noktaya değinmek isterim ki Axl adeta bir Maksim Gazinosu assolisti gibi sürekli giysi değiştirdi hatta kimi zaman mikrofon ayaklığı bile giysisine uygun renklerde karşımıza çıktı.

Ve en en en önemli detaylardan biri. Orta boylu bir insan olarak çok önlerde bulunsam bile göremediğim için her daim parmak ucunda dikile dikile konser izlemekten haliyle hiç hoşlanmıyorum. Park Orman bu açıdan işi çözmüştü, sahne yüksekliği çok iyiydi. Bu sayede nerdeyse hiç debelenmeden tüm grupları rahat rahat izledim.


Bir sonraki gün In Flames ve Within Temptation vardı ama gitmedik; o yüzden bir yorum yapamayacağım.

Güzel ve eğlenceli bir festivaldi, dediğim gibi konserleri rahat rahat izlemenin tadı bambaşka. Gene de gelecek sene çok daha hastası olduğum grupları izleme dileğini de tutuyorum

Son bir not; Iron Maiden 1988 Maiden England turunu andıran tamamen klasiklerden oluşan müthiş bir setlistle Amerika'yı turluyor umarım bize ya da Avrupa'nın yakın bir yerlerine de uğrarlar da n dakikalık yeni dönem progressive parçalar yerine anıra anıra The Clairvoyant söyleriz.