16 Ekim 2012 Salı

The Mentalist ve Bilinçaltı

Epeydir takip ettiğim ve pek sevdiğim bir dizi olan The Mentalist beşinci sezonuna girdi. Yıllardır pek zeki, insanların davranışlarını anlama ve yönlendirme konusunda neredeyse doğa üstü yeteneklere sahip Patrick Jane'in maceraları sürüyor; esas konuda yıllardır neredeyse bir arpa boyu yol almamış olsa da kah alışkanlıktan kah dizinin dinamiklerini pek sevdiğimden izlemeye devam ediyorum.


Esas konu ne peki? Patrick Jane hayatını yıllarca gaipten haber aldığını iddia ederek özellikle de zengin insanları dolandırmış. İnsan davranışlarını çok iyi bildiğinden onları inandırmakta da hiç güçlük çekmemiş. Bu "yetenekleriyle" giderek bir şöhrete kavuşan Patrick bir gün katıldığı bir kadın programında o sırada işlediği korkunç ve adeta törensel ritüelli cinayetleriyle dehşet saçan seri katil Red John'a kafa tutuyor. Ve bu kibrinin karşılığı olarak da eşi ve küçük kızı Red John tarafından aynı şekilde öldürülüyor. Bu noktadan sonra hayatının tüm anlamını kaybeden Patrick polisle çalışmaya ve bir yandan da Red John'u bulmaya çalışıyor.

Üçüncü sezon finalinde bulduğunu hatta onu öldürüp intikamını aldığını sansak da öyle olmadı; ne Red John'u görebildik ne onu bulmak adına pek bir gelişme oldu. Red John'un kimliği ile ilgili sağlam bir teori var aslında onu da buradan izleyebilirsiniz.


Yazının konusu ise dizinin geçen hafta yayınlanan bölümü Devil's Cherry. Bu bölümde Patrick her zamanki çay içme alışkanlığı ile cinayetin işlendiği evdeki demliği kullanıyor ve birden önce gerçekliğinden kuşku duyup sonra da bunun halusinasyon olduğunu karar verdiğimiz bir an yaşıyor. Öğreniyoruz ki içtiği çay cinayet öncesinde kullanılmış halüsinatif etkili şeytan kirazını içeriyor.

Halüsinatif madde yarattığı etki sonucunda Patrick'in bilinçaltındaki bastırdığı hislerin karşısına çıkmasını sağlıyor. Uykuda da bazı rüyalarımızda aynı "dürüstlüğü" yaşadığımız, kimi zaman uyandığımızda kendimize kızdığımız ya da utandığımız rüyalar görebiliyoruz.

Bu halüsinasyonda Patrick hem cinayeti çözecek ipuçlarını hatırlıyor ama asıl önemli konu şu ki tüm imgelemlerinde on sene önce öldürülmüş kızının genç kızlık hali ona yol gösteriyor. Bu sahnelerde gerçekten önemli detaylar vardı, yazının asıl konusu da bu zaten.

Kızı oldukça hoş, oldukça küstah, oldukça kendinden ve zekasından emin. Tıpkı Patrick gibi. Kızının ileride kendisine benzeyeceğini hayal ediyor.


En önemli detay ise kızı babasının yıllardır hayatını hiç yaşamayıp bitmek tükenmek bilmeyen bir takıntıyla sadece Red John'u yakalamaya odaklanmasına kızgın. "Hayatında sadece o var" diyor, "Oysa dünya devam ediyor ve sen bunun farkında bile değilsin".

Bu sanrıları romantik ve metafizik bir şekilde yorumlasaydık ölen kızının bir mesajı olarak algılayabilirdik ancak haliyle bu yansıma Patrick'in bilinçaltının kızı formunda kendiyle konuşması. Kendisi de artık tüm hayatını bir seri katilin peşinde koşarak geçirmek istemiyor ve hatta bunu yaptığı için içsel bir öfke hatta suçluluk duyuyor. Bunun temel sebebi de ölmüş karısı ve çocuğunun onun bu halini görse düşkırıklığına uğrayacağını düşünmesi.

Kızının annesi ve kendisinin ölü olduğunu; ve de Patrick ne yaparsa yapsın geri gelmeyeceklerini söyledikleri an aslında Patrick'in de bu gerçeği kabullenmek istemesinin dışavurumuydu. Anlıyoruz ki aslında o da yıllardır süren bu aralıksız kovalamaca ve saplantıdan artık kurtulmak istiyor. Evlilik yüzüğünü hala taksa da, ailesinin anısını hala yaşatsa da aslında o da onların öldüğü ve asla bir daha hayatlarında olmayacağı gerçeğini kabul etmeye başlamış.


Ancak bölümün son sahnesinde Patrick bu iyileşme sürecini ansızın tahrip etmeye karar verip kolay yolu seçiyor ve kızının imgesini tekrar görebilmek için o halüsinatif çaydan içmeye başlıyor.

Aslında bağlamak istediğim nokta rüyalarımızda gördüğümüz kişiler aslında başka insanlar değil. Hepsi biziz ancak o sırada odaklandığımız kişilerin ağzından kimi zaman o konuyla ilgili isteklerimizi kimi zaman da eksiklik ve kırgınlıklarımızı yansıtıyorlar.

Mesela deli gibi aşık olduğunuz umutsuz aşkınızın rüyanızda size sizi sevdiğini söylemesi içinizdeki en büyük temennidir, aslında öyle olduğu için size malum olması değil. Ya da rüyanızdaki kişinin istekleri aslında sizin o kişiye karşı söylemek istedikleriniz olabilir. Sizden normal davranışınızdan tamamen zıt uçlarda talep ettiği şeyler tıpkı Patrick'in sanrısında olduğu gibi sizin de gerçek isteğiniz olabilir.


Gene ilişkilerden bir örnek, partnerinizin rüyanızda sizden ayrılacağını söylemesi sizin de ne kadar aksini isteseniz de ayrılık kavramını içinizde kabul ettiğinizin bir yansımasıdır.

Aslında rüyalarımız bize kendi iç sesimizden bile dürüst olabiliyorlar. Asla aklımıza gelmeyecek davranışlar, hisler hiçbir ket olmadan rüyalarımızda karşımıza çıkabiliyor. Sırf bu sebepten bile uyanınca ne kadar saçma gelirse gelsin rüyaların sırf bu yüzden bile kendimizle yüzleşmemiz için çok önemli olduğunu düşünüyorum.

15 Ekim 2012 Pazartesi

Red Bull Stratos & Felix Baumgartner

Tüm aksiyon filmlerini geçin dün gece hakikaten son yıllarda görebileceğim en heyecanlı şeylerden birine tanık  oldum, hatta bunun çok ötesi tarihi bir ana. Felix Baumgartner dün gece yaklaşık 39 kilometreden aşağı atlayarak unutulmayacak bir rekora imza attı. Bunun dışında 4 dakika 19 saniye serbest düşüşte kaldı ve 1342 km/h hıza ulaşarak da ses duvarını aşan ilk insan oldu.



Tabii medyamızın bazı müthiş kanal ve gazetelerinde Felix ışık hızını aşıp enerjiye dönüşmüş olsa da o hala yaşıyor, üstelik sapasağlam. Yere o kadar rahat ve yürüyerek iniş yaptı ki şaşırtıcıydı. Sen hem o kadar yüksekten atla bir ara da kontrolünü kaybet taklalar at (yüreğim resmen ağzıma geldi oralarda) ve sanki merdivenden zıplarmışcasına rahatça ve zarifçe in. Müthiş!


Yalnız bu ana tanık olma çabamdan da kısaca değinmeden edemeyeceğim. 9 Ekim günü bir heyecan bilgisayar başına oturup atlayışın hava koşullarından ertelenmesiyle sağ üst köşedeki büyük çarpıya basmıştım. Pazar günü atlayış aklımdan çıkmış, denizotobüsüne binip karşıya geçmek üzereyken atlayışın gerçekleşmesine çok az kaldığını gördüm.


Telefondan canlı yayına bağlanmak imkansız olduğundan, tek yapabileceğim sıkıntı içinde saniyeleri sayarken gelişmeleri an be an internetten takip etmekti, ve bu sırada Felix de giderek hedefine yaklaşıyordu. Milletin yazdıklarına bakarsak atlamak üzereydi. Bunun gazıyla İdo'dan fırlayıp koşarak bir taksiye atladım, (taksici heyecanıma çok anlam veremese de sağlam gaza bastı sağ olsun) bitmeyecek gibi gelen yolun sonunda da inip apartmandan içeri daldım. Ancak iki asansör de 14. kattaydı ve bizim asansörler kolay kolay gelmez. Tekrar koşarak merdivenleri çıktım ve ayakkabıları fırlatıp içeri daldım ve mutlu an! Felix atlamamıştı, hala kapsülün içindeydi. Beni beklemiş, kıyamam canım benim. (Ne var, ben öyle inanmak istiyorum)


Bu sefer de atlayış için bekleyiş bitmedi ve en sonunda kapsülün kapağı açıldı, Felix tüm karizmasıyla selamını çaktı veee atladı. Of! Annem bile yemeği bırakıp adamın sağsağlim inmesi için temennilerde bulunurken hep beraber o müthiş inişi izliyorduk. Bir ara dengesini kaybetti ama iyi toparladı ve paraşütü açıldığında zaten Roswell'deki ekip kutlamalara başlamıştı. (Roswell gibi "uzaylısı meşhur" bir yere inmesi de ayrıca güzel bir şey bence)


Ve o müthiş zarif iniş! Harikaydı. Çok heyecanlıydı ve insanın sınırlarından biri daha zorlanmıştı. Buna tanık olmak gerçekten harika bir his ve Felix'e en çok yardım eden kişinin de bir önceki rekortmen (31.33 km) Joseph Kittinger olması da çok güzel bir detay. (Ayrıca Mission Control ekibinin filmlerde hep gördüğümüz "Houston" tadını vermesi de ayrıca hoştu, sevindikleri an tam bir film sonu gibiydi)


İnsanın sınırlarının zorlanması hele de uzayla ilişkiliyse beni daha da etkiliyor. (Lütfen bana orası uzay değil muhabbeti yapmayın, komik oluyor gerçekten!) Felix Baumgartner'in kapsülün ucunda durduğu anın hiç unutulmayacak ikonik bir görüntü olarak aklımızda kalacağı kesin.


Yazmadan gerçekten edemeyeceğim, hani bu rekora insanların çok sevinmesi ya da bunu önemsemesi elbette gerekmiyor ancak hayatlarındaki en büyük atlayış başarısı sırtı pişmeden bombalama suya dalmak olan insanların bu olaya burun kıvırması; "Elbisesi yüzünden atladı o olsa ben de atlardım", "Stratosfer ne ki yiyorsa Egzosfer'den atlasın" (Şaka yapmıyorum gerçekten bunu diyen gördüm), "Felix yiyorsa dünya barışını getirsin" (Abarttığımı sanıyorsunuz ama savaş mağdurlarıyla bu olaya harcanan paraya bağlayanlar vardı; eminim ki bunu diyenler de her ay maaşlarının yarısını bu insanlarla paylaşıyorlar) gibi gerçekten aklımın almadığı tepkiler gördüm. Ne diyeyim gerçekten tuhaf kafalar, insan okuyunca dehşete kapılıyor.

Velhasıl dün gece hem unutulmaz hem de heyecanlı bir ana ev sahipliği yaptı tekrar görüntüleri izledikçe nedense kendimi gülümserken buluyorum, son olarak darısı seneye hayalini kurduğum Skydiving'in başına diyorum.


12 Ekim 2012 Cuma

Depeche Mode - Songs of Faith and Devotion

Depeche Mode tür ayırmaksızın en sevdiğim gruplardan biri. Dinledikçe daha çok sevdiğim, sevdikçe osunu busunu daha çok araştırdığım öte bir "oluşum".

Yazımın konusu DM tarihi olmadığından çok detaya girmeyeceğim. Ancak 1977'de kurulup ve ilk albümleri Speak & Spell'i 1981'de çıkarmaları itibariyle müzik tarihine yeni bir yön verdiler ve pek çok gruba ilham kaynağı oldular.


Violator, Black Celebration, Music for the Masses, Ultra gibi pek çok müthiş albüme imza attılar. Ama bir albüm var ki -o da zaten yazının konusu- her anlamda DM albümleri içinde benim için birinci sırada.

1993 çıkışlı Song of Faith and Devotion - kısaca SOFAD-  için grubun en karanlık albümü diyebiliriz. Bunda kah Dave Gahan'ın uyuşturucu problemleri, kah grup içi anlaşmazlıklar sonucunda dağılacaklarının sinyallerini vermelerinin etkisi büyüktür. Mesela I Feel You'nun klibinde eski DM videolarına göndermeler vardır zira ne klibi çeken ne de grup üyeleri o sıralarda bir sonraki albümün olup olmayacağını bilmiyorlardı.


Nasıl bir çok sevdiğimiz müzisyen mutlu mesut bir aile hayatı kurunca yarattıkları ürünler zayıflayabiliyorsa, (Pain of Salvation bunun en iyi örneklerinden biridir bence) bencilce ama bu sorunlu dönem DM diskografisindeki en etkileyici albümü yaratmış. Yıllardır ara ara çevirip dinlediğim sayısız klasik var ki biraz zorlasam tüm albümü sayabilirim.

Daha açılış parçasıyla zaten ilk klasikle tanışıyoruz: I Feel You. Kesinlikle ikonik bir parça, ve konserlerde Dave Gahan'ın gömleğini çıkardığında en yüksek çığlıkların atıldığı anlardan birinin sebebi. Canlı versiyonlarını her zaman daha çok sevmişimdir zira konserlerde Martin L. Gore'un müthiş sesini çok daha baskın duyarız.


Ayrıca klibinin özellikle son sahnelerinde Dave tahrip(?) gücünün doruğuna ulaşır -ki uzun saçlı haliyle bence en seksi hali bu albümde. O çizgili ceket ve yelekle bile!

Nerede kaldık? İkinci şarkı ise Walking in My Shoes. Bir başka klasik. Albümdeki üçüncü favorim. (Bazen ikinci oluyor) Esasen en iyi DM parçalarından biri.

Albümdeki inanç, sorgulama ve bağlılık temasının en iyi işlendiği anlardan biri. Sözleri de harika.

"I'm not looking for a clearer conscience,
Peace of mind after what I've been through" -- Walking in My Shoes




Her parçayı tek tek yazmayıp favorimlerimden devam edeyim, yoksa bu yazı bitmeyecek.

"So walk on barefoot for me
Suffer some misery
If you want my love" -- Judas



Ve In Your Room... Orijinal SOFAD versiyonu hayatımda dinlediğim en karanlık, en tutkulu ve en seksi şey muhtemelen. Şarkının öyküsünün bambaşka olduğu rivayet edilse de gerek vokali gerek inanılmaz müziğiyle asla güvenilmeyecek birine duyulan tutkuyu (aşkı?) ve şüpheyi daha iyi yansıtan başka bir şey olamaz herhalde. Yıllar geçse de eskimediği kesin.

Single versiyonunda aynı hikayeyi daha sakin, daha nazikçe dinleriz. Klibi de en az parça kadar güzel , havası ayrıdır; ama favorim kesinlikle orijinal hali. Ayrıca Portishead'in güzel bir remixi var ki, buyrun buradan deneyin.

"Will you let the fire die down soon
Or will I always be here
Your favourite passion
Your favourite game
Your favourite mirror
Your favourite slave" -- In Your Room



Tabii en haşin DM parçalarından biri olan Rush'ı anmadan olmaz. Hikayemizin karakterinin ruhani duyguları, "aşk" acısı, çaresizlik sürecinin öfkeye dönüştüğü anı yansıtır.

Ve geldik bir numaraya: One Caress. En sevdiğim DM parçası olma ihtimali yüksek ve bunun için sayısız sebep var. Martin L. Gore'un vokalinin en etkileyici olduğu an bu. Ayrıca orkestrasyonlarıyla tüm DM parçalarından farklı. İlk dinlediğim andan beri kafamda klibini oynattığım, adeta karanlık bir serenat. Canlı dinlemeyi en çok istediğim parça da bu haliyle, umarım o kadar şanslı olurum.

Bu kadar iyi başlayan bir albüm o kadar iyi bitmeliydi tabii, Higher Love albümün kapanışı ve hikayenin çözümleniş anı. Esas tema: Teslimiyet.

"I surrender heart and soul
Sacrificed to a higher goal" -- Higher Love



Son satırlara gelirken SOFAD dediğim gibi en sevdiğim DM albümü, hatta en sevdiğim albümlerden biri. En çarpıcı özelliği ise pek çok parçasıyla pek çok hissi yaşatabilmesi, müzik denen meretin insan için ne kadar önemli olduğunun en iyi kanıtlarından biri olması.

Bilgi:
- Bu albümün turnesinin ismi "Devotional Tour", DM hayranı anlamına gelen "Devotee" kelimesi bu albümle ortaya çıktı.
- Bu güzelim parçaların canlılarını dinlemek için parça isimleri sonuna "Devotional" kelimesini iliştirirseniz hem de uzun saçlı Dave Gahan'ı izleyebilirsiniz. :)

6 Ekim 2012 Cumartesi

En iyi 10 Doctor Who bölümü

Yeni çekim Doctor Who'yu neredeyse ilk günden beri takip ediyorum. İlk sezonu izlemeye başladığımda ilk başta gayet "saçma" hatta "tırt" gelmişti ancak bölümler birbirini kovaladıkça sürekli takip eder hale geldim.

Christopher Eccleston'un yarattığı Doktor diğer tüm sonradan çizilen karakterlerden farklıydı. Tek sezon oynaması ve karakterin tam oturmaması da buna etken. Oldukça ciddi tavırlarından ötürü rejenerasyon sonrası David Tennant karşımıza çıktığında "Kim bu şebelek" dediğimi hatırlıyorum.


Ancak kazın ayağı hiç de öyle olmadı, zaman geçtikçe Tennant rolüne öyle bir uyum sağladı ki başka bir Doktor portresi düşünemez hale geldik. Nitekim kendisinden sonra gelen Matt Smith aslında oldukça iyi bir performans ortaya koymasına karşın hala serinin hayranları tarafından sürekli Tennant ile kıyaslanıyor.


Tennant'ın Doktor'u hem çok eğlenceliydi, hem de oldukça karanlık. Özellikle son sezonlarına doğru doktorun içinde gücü ve -belki de doğru deyim bu- kibri daha çok hissetmeye başlamıştık. (Mesela Waters of Mars onun güç ve bilgisinin sınırları olduğunu anlatmak için iyi bir dersti, nitekim finale de hazırlıktı) Ve nitekim kendisini "I don't want to go" cümlesi ile uğurlarken epey duygulanmıştım. Hala o benim için gönüllerin Doktor'u.


Ve Matt Smith. Bu kadar beklentiyi bence boşa çıkarmadı. Ayrıca dürüst de olalım Tennant'ın kadın izleyici üzerinde de dış görünüşü açısından da etkisi vardı, Smith ise bu konuda o kadar da şanslı değil. (Tennant, kapıya Tardis'i çekip "Gel benimle" derse ne cevap verirsiniz bir düşünün, kimse de bozulmasın ayrıca :) )


Dizi de giderek değişti, hatta evrimleşti. İlk sezonlardaki B sınıfı hava giderek kayboldu, daha karmaşık olay örgüleri ve daha kaliteli efektler izlemeye başladık. Yedinci sezona geldiğimizde artık Amerikan serileri ile rahatça yarışabilecek, çok daha şık paketlenmiş bölümler bizi bekliyordu. Yedinci sezon oldukça sönük devam ediyor gibi olsa da özellikle dört ve beşinci bölümlerde toparladı gibi görünüyor. Ancak gene de genel gidişat Moffat'ın yedinci sezonun en iyisi olacağı kehanetinden bir hayli uzak duruyor.


Kanımca serinin en iyisi Donna Noble'ın companion olduğu dördüncü sezondu. Noble da zaten her daim Doktor'un en sevdiğim yol arkadaşı olmuştur.

Seçmesi zor olacak ama kendi adıma en sevdiğim, en etkilendiğim 10 Doctor Who bölümünü sizle paylaşmak istiyorum.

1. Blink // 9 Haziran 2007
Şu kesin ki en kolayı birinciyi seçmekti. Her anlamda en iyi Doctor Who bölümü bu. Bitmeyen gerilim, müthiş kurgu, müthiş senaryo; her şey var. Serinin belki de en ürpertici yaratıkları olan Ağlayan Melekler seyirciyi tüm bölüm boyunca zorluyor. Ayrıca farklı zaman dilimlerinde haberleşme yöntemleri, Doktor'un kült videosu ve bunun gibi sayısız detayla gerçek bir klasik. Aynı konu sıkı bir bütçeyle filme çekilse epey tutardı diye düşünüyorum. Silence ile birlikte Ağlayan Melekler dizinin en rahatsız edici yaratıkları bana göre. Özetle: Göz kırpmak hiç bu kadar korkutucu olmamıştı.



2. Silence In the Library & Forest of the Dead // 31 Mayıs - 7 Haziran 2008
İki parçadan oluşan bu bölüm de Blink gibi gerilimi oldukça yüksekti ve gene karanlıktan besleniyordu. Bu sefer göz kırpmak yerine gölgeler karakterlerimizin en büyük düşmanları. Karanlık içinde yaşayan tehlikeli bir ırk son derece sinsi bir şekilde insanları yok etmeye başlarken bir yandan da onların kimliklerini hala kullanabiliyordu. Bir çok dramatik sahnenin olduğu bu bölümlerin en önemli olayı da şüphesiz ki River Song'u ilk kez görmemizdi. Doktor'un ileride karısı olacak olan River'ı Doktor'un "ilk" ve "son" kez görmesi; ters zaman çizgisinde ilerleyen bu garip aşk öyküsü ile ilk kez tanışmamız ileride bu karakterin olduğu bölümlerde kafa yürütmekten kafayı yememizin habercisiydi. Tabii o zamanlar durumun farkında değildik.


3. Vincent and the Doctor // 5 Haziran 2010
Senaryosunun çok iyi olmasından öte en duygusal Doctor Who bölümlerinden biri olduğu için listemde yer alıyor. Bunda en büyük pay elbette Vincent Van Gogh'u müthiş bir şekilde canlandıran Tony Curran'a ait.

İntihar etmesinden bir yıl önce yaptığı resimlerden birindeki tuhaflıktan şüphelenen Doktor Van Gogh'un zaman dilimine döner. Burada kendimizi hem bu büyük dahinin hayatını izler hem de görünmeyen vahşi bir düşmandan kaçarken buluruz. Van Gogh'un Tardisle günümüze gelip kendi eserlerini gördüğü sahne gerçekten unutulmaz güzellikte bir an.


4. Turn Left // 21 Haziran 2008
Zamandaki küçük bir değişikliğin yarattığı bambaşka olay örgülerinin anlatıldığı "What if" konsepti her daim favorilerimden biri olmuştur. Bu bölümde de Donna Noble'un yaptığı küçük bir değişiklik (aracını sola döndürmek ya da döndürmemek) tüm hayatını değiştiriyor.

Donna sağa döndüğünde Doktorla hiç tanışmıyor ve normal bir hayatı oluyor. Ama bu iyi bir şey mi? Aslında Donna'nın hikayesinin sonunu düşündüğünüzde hiçbir şey değişmemiş gibi gelebilir ama bence finalde sola dönerken en doğrusunu yaptı. Kesinlikle harika bir bölüm.


5. Human Nature & The Family of Blood // 27 Mayıs - 2 Haziran 2007
Bir zaman lordunun tüm enerjisini alıp sonsuza dek yaşamak isteyen bir uzaylı ırkı amansızca Doktor'u takip etmektedir. Bu takipten kaçmak için Doktor kendini acılı bir süreçle 1913 yılında yaşayan gerçek bir insana dönüştür ve kendisiyle ilgili tüm bilgileri bir saatin içine saklar. Yol arkadaşı Martha'nın görevi ise Doktor'un "uyanma" vakti gelene kadar kendisini korumaktır.


Ancak her şeyi hesaplamasına karşın Doktor bir şeyi gözden kaçırır: Aşık olmayı. Yarattığı karakter John Smith çalıştığı okulda görevli hemşire Joan Redfern'e aşık olunca hem Martha hem de gerçek doktor için zorlu bir macera başlar. David Tennant bu bölümde gerçekten mükemmel bir oyunculuk çıkarıyor.


6. The End of Time Part I & II // 26 Aralık 2009 - 2 Ocak 2010
İşte onuncu ve biricik doktorumuz David Tennant ın göz yaşartan vedası. Bunun dışında kısa bir süreliğine zaman lordlarının yok olan gezegeni Gallifrey'e gitmemiz, zaman lordlarının geri dönüş ve korkunç savaş planları; Master'ın gerçek öyküsü ve düşmanının yardımıyla halkını tekrar yok etmek zorunda kalan Doktor'un mücadelesi gibi çok çarpıcı olayları içeriyordu.


Hain senaristler son saniyeye kadar bir umut yaratmışlardı. Ancak o dörtlü vuruşun gerçek anlamını anladığımızda unutulmaz bir vedaya dönüştü. "I don't want to go"


7. The Girl in the Fireplace // 6 Mayıs 2006
İkinci sezondan etkileyici bir bölüm. 52. yüzyıldaki hasarlı bir uzay gemisinden 1700'lü yıllara uzanan bir öykü. -15. Louis'in gözdesi Madam Pompadour'un çocukluğundan ölümüne kadar Doktor ile yaşadığı ilişkiyi çarpıcı bir şekilde anlatıyor. Aslında hikayenin motifi Amy "The girl who waited" Pond'u da andırır şekilde.

Oldukça dramatik bir finalle biten bu bölüm kesinlikle bir Doctor Who klasiği.


8. A Good Men Goes to War // 4 Haziran 2011
Doktor'un karısı River Song'un gerçek kimliği hakkındaki sürprizi öğrendiğimiz, müthiş kurgusuyla bir çok soruların oluşmasına yol açan çok enerjik bir bölüm. Ayrıca Doktor'un neden evrenin en korkulan canlısı olduğunu da gösteren çok iyi bir sahne içeriyor.


9. The Fires of Pompeii // 2 Mayıs 2008
Finaliyle en favori bölümlerimden biri. Donna ve Doktor M.Ö 79 yılında şehrin yok olmasından önce Pompeii'ye gelirler. Burada kahin kızlar garip bir şekilde geleceği görme gücüne sahiptir ancak vücutlarının zamanla taşlaşmaya başladığı ortaya çıkar. İkilimiz oradaki insanlara hem yardım edip hem de dağın derinliğinde yatan gizemi çözmeye çalışırlar. Son sahnede Donna ve Doktor'un heykelini sunaklarına koyan aile ve antik "tanrılar"ın aslında ne olabileceğine dair gönderme gerçekten çok güzeldi. Ayrıca kahin kızlardan biri sonradan Doktor'un yol arkadaşı olacak Karen Gillan.



10. The Wedding of River Song // 1 Ekim 2011
"The Impossible Astronout"un gerçek kimliği, adından anlaşılacağı üzere River ile Doktor'un nasıl evlendiği bu bölümde açıklanıyor. Altıncı sezonun başında Doktor'un ölümünü izleyip şok bir başlangıç yapmıştık, bu bölüm ise sezon başındaki gizemleri çözüyor.


Mansiyon: The Empty Child & The Doctor Dances // 21-28 Mayıs 2005
İlk sezondan bir klasik. Gaz maskeli küçük bir "çocuk" ve sürekli artan gerilim. "Are you my mommy" sorusu bölümün en unutulmaz cümlesi. O kadar çok tekrarlanıyordu ki gerçekten insanın sinirleri bozuluyordu.


Ve gelmiş geçmiş en komik Doctor Who sahnesini de eklemeden olmaz:


Dalek Sec: "Daleks have no concept of elegance"
Cyberman: "This is obvious"

Cyberman: “Daleks, be warned. You have declared war upon the Cybermen.”
Dalek Sec: “This is not war, this is pest control!”
Cyberman: “We have five million Cybermen. How many are you?”
Dalek Sec: “Four.”
Cyberman: “You would destroy the Cybermen with four Daleks?”
Dalek Sec: “We would destroy the Cybermen with one Dalek! You are superior in only one respect!”
Cyberman: “What is that?”
Dalek Sec: “You are better at dying!”

4 Ekim 2012 Perşembe

Maiden England Tour 2013

Eylül ayını geride bırakırken neler olduğuna kısaca bir göz atmak gerekirse: Yoğun arayışımın sonunda iki tane yeni abiye elbisem oldu, Bayram gezi programı tamam artık gün sayıyorum, kuğu kardeşim evlendi ve ben de ilk kez hayatımda nikah şahidi oldum, çok güzel bir düğün oldu çok eğlendik; ve son olarak da çiçeği kaptım.

Şimdi abiye ve düğünden sorumlu alter egom Lüks Nermin'i biraz dinlenmeye alıp Metalci olan Ben'i uyandıralım. Açıkçası kendisi Iron Maiden Maiden England World Tour ile Amerikayı salladığından beri hop oturup hop kalkıyor. Eh böyle bir setlist, böyle bir sahne şovu; hangi Maiden fanı heyecanlanmaz ki?


Olaya tam hakim olmayanlar için bilgi vermek gerekirse, Maiden England 1988'de yayınlanan Seventh Son of a Seventh Son'un turnesinin (7th Tour of a 7th Tour) İngiltere ayağındaki müthiş konser kaydının ismi.

Ortaokuldayken bu kaydın video kasedini bulduğumda çok heyecanlanmıştım. Sayısız kez izlendi, öyle ki Bruce'un nerede anons yaptığından ergenlik aşkım Adrian'ın hangi gitarları kullandığından nereye bakıp nerede vokal yaptığına kadar ezberlemiş hale gelmiştim. Hoş Live After Death ya da bu kaydı dinlerken hala anonslar aklımdan geçiyor, resmen aklıma yerleşmiş. (Aklıma Fear of the Dark diyen Blaze'e "You" diye cevap veren seyirci geldi. Bu hikayeyi yaratan kayıt için bkz: A Real Live One)


Ve yıllarca Maiden gelsin diye bekledikten sonra sonunda 19 Haziran 2011'de Iron Maiden İstanbul'a geldi, hep duymayı hayal ettiğimiz "Scream for me İstanbul" çığlığını duyduk, gerçekten unutulmaz bir gündü. Ama...

Öncelikle konser maalesef Küçükçiftlik Park'taydı. Videolarda hep gördüğümüz on binlerce insanla onları izleme hayalimiz kursağımızda kalmıştı. Hatırlıyorum yıllarca beklenen olay anons edildiğinde sırf konserin yeri yüzünden herkeste bir burukluk hakimdi ve beklenen coşku gösterileri olmamıştı. Girişteki izdiham, organizasyondaki bozukluklar hep olumsuz hatıralar olarak kaldı. Bir de Maiden'ın yıllardır sürdürdüğü setlistte yeni albüme ağırlık verme geleneği de gelince; bir çok insanın tam olarak hayal ettiği konser olamadı - ne kadar konser sonunda çok mutlu olsak da.


Tamahkarlık etmeyeyim ama bu konser bana yetmedi, hem de hiç. Bu sene Maiden England turnesi duyurulup Amerika'da başlayınca heyecanlandım. Çünkü setlistteki en "yeni" parça 1992 yılına aitti.

Tamamen klasiklerden oluşan ve Maiden England konserinin setlistini andıran bu müthiş konserler zincirinden ilk görüntüler gelmeye başladıkça fikir giderek kafama yatmaya başladı. Bize gelmezlerse, ben onlara gelecektim!


Son cümleyi bir çok Maiden fanı hayatında defalarca söylemiştir. Ancak bir aksilik olmazsa ve ülkemize uğramazlarsa kesin kararlıyım. Özellikle Romanya ve Bulgaristan gibi ülkelerde bilet fiyatları da oldukça hesaplı oluyor. Hem Türkiye'de saha içi fiyatına özel sahne önü bileti alıyor, böylece sevdiğiniz grubu burnunuzun dibinden görebiliyorsunuz.

Şu anda düzenli olarak turne tarihlerini takip ediyorum. İlk olarak Donnington - Download Festival'da headliner olarak açıklandılar ki kendilerinin aynı yerde verdikleri 1992 - Live at Donnington konser kayıtları da ayrıca bir klasiktir. (Running Free'de sahneye konuk sanatçı olarak Adrian Smith çıkar böylece şimdiki kadro sadece o ana özel sahnedeydi)


Seneye Maiden'ı her parçası ayrı klasik olan efsanevi setlistiyle kanlı canlı burnumun dibinde izlemek ve konser konusundaki son uktelerimden birini daha doldurmak istiyorum. Hala içimdeki fangirl'ün en bağlı olduğu şey kesinlikle Iron Maiden ve her daim müzik grupları içinde benim için yerleri ayrı olacak.

Son olarak bu müthiş turnenin müthiş setlistini sizlerle paylaşayım. Parçaların her biri ayrı efsane.

Up the Irons!


Moonchild 
Can I Play With Madness 
The Prisoner 
2 Minutes to Midnight 
Afraid to Shoot Strangers 
The Trooper 
The Number of the Beast 
Phantom of the Opera 
Run to the Hills 
Wasted Years 
Seventh Son of a Seventh Son 
The Clairvoyant 
Fear of the Dark 
Iron Maiden 

Encore:
Churchill's Speech 
Aces High 
The Evil That Men Do 
Running Free