28 Eylül 2012 Cuma

Person of Interest İkinci Sezon Açılışı

Yaza damgasını vuran popçu misali Person of Interest de yeni diziler için de 2012'ye damgasını vurmuştu. Müthiş bir sezon finalinden sonra pek sevgili kahramanımız John Reese'i Makine ile konuşurken görmüş ve bu garip diyaloğun devamını beklemeye başlamıştık. İkinci sezon da hiç kıvırmadan tam buradan başlıyor.


--S02E01 izlememişler için son çıkış--

Öncelikle günlerdir Battlestar Galactica'yı ikinci tur izlediğim için içim dışım yapay zeka ve cylon oldu. Zaten pek bayıldığım yapay zeka konusuna yoğunlaştığım bir dönemde POI'nin de bu bölümde biraz daha bilimkurguya kayması beni ayrıca mest etti.


Finch'in Makineyi "eğittiği" sahneleri izlemek müthişti. Makinenin kendisini "Admin" olarak tanıması, giderek etki ve gözlem alanının gelişmesi, olasılık ve stratejileri hesaplaması; derken bir süre sonra yaratıcısını korumaya çalışması; bu sahneler ilerledikçe "Terminator'e mi bağlanıyoruz, Skynet'in amcaoğluyla mı tanışıyoruz" diye düşündüm durdum tabii ki. 


Şu an için görünen "kötü" karakterimiz Root -inanıyorum ki onun da arkasında başka isimler olacaktır- aslında Finch'in daha karanlık bir versiyonu diyebiliriz. İkisi de kusurlu insan doğasını düzenleyecek ve iyileştirecek bir "kurtarıcı"/"problem çözücü"ye sahip olma isteği içindeler, ancak fark şu ki Finch bunu insanları kötülükten koruyan bir sistem kurarak insan doğasını düzeltmeye çalışırken; Root Makineyi serbest bırakarak tüm kusurlu yapıyı ortadan kaldırmak istiyor. Makinenin sınırlarını düşünürsek serbest bırakıldığında karşısına bir Arnold/T-800 çıkana dek nereye kadar gideceğini tahmin etmek dahi zor.


Ve özlenen adamın dönüşü: John Reese makine ile pazarlık sahnelerinden sonra daha onuncu dakikada bir çok kişiyi sakin karizmatik sesiyle konuştuktan sonra telef etti. Ama asıl bomba elbette Hollandaca komutlarla kontrol edilen köpek sahnesiydi ki, Bear'e bayıldım umarım diziden çıkmaz ve John Reese'in kankası olur.

Bu bölüm en çok güldüğüm an açık ara Fusco'nun ağzındaki toplu seks oyuncağı ile göründüğü sahneydi. Reese'i gördüğü andaki mimikleri ve Reese'in sadece bir arkadaşı olduğunu söylediğinde alınması vb harikaydı. Umarım ileride harcanan bir karakter olmaz, pek seviyorum ben Fusco'yu. 


Dikkatli gözler fark etmiştir, Michael Emerson'ın yanı sıra bu bölüm Lost adasından bir kişi daha ekrandaydı. Reese'in Finch'i bulmak için ipucu olduğunu düşündüğü dolandırıcı  Lost'ta ölülerle konuşabilen Miles Straume'u canlandıran Ken Leung'du.

Diğer en önemli konu da Reese'in makinayı kurallarını esnetmeye ikna etmesiydi. Zira Finch makineyi kendisine bir şey olsa da masum insanlara kurtarmayı planlamış olsa da Reese paltosunu alıp gideceğini belirttikten sonra makinenin bile devreleri dayanmadı belli ki. Ayrıca bu bölüm olası kurban/katillerin sosyal güvenlik numaralarının nasıl oluşturulduğunu da görmüş olduk, arada kaynamasın.


Çok önemli not: Sonlara doğru gelen nazi yarma abi John dayının rahatça dövemediği ilk adam olarak kayıtlara geçti sanırım.

Görünen o ki Root'un da geçmişine inmeye başlayacağız; bir yandan da Finch-Nathan öyküsünün açığa çıkması temennim. POI'nin en güzel yanı  Lost gibi gizemleri giderek sakıza döndürmeden belirli dönemlerde açıklıyor olması, sırf tuttu diye işleri yavaşlatmayacaklarını umuyorum.

Özetle çok özlemişim, "Cuma gelsin" demek için bir sebep daha oldu.

"In fact, I have just one friend... Maybe two." (Fusco'nun bakış!)


23 Eylül 2012 Pazar

Abiye Peşinde

Bu Eylül katılmam gereken iki düğün ve bir nikah töreni olunca; ve bu satırların sahibinin de giyim kuşama pek düşkün olmasından mütevellit bitmek bilmeyen bir abiye arayışı başladı.

Özellikle de esas gündem pek sevgili patimin düğünü olunca bu arayış tek yüzüğü bulmaktan zor hale geldi. (Bu konunun zorlaşmasının elbise arayıcısının kişiliği ile hiçbir alakası yoktur, tabii tabii)

Filmi geri saralım, aslında bu organizasyonların tarihleri çok önceden belli olmasına karşın "Ramazanda fiyatlar daha hesaplı olur", "Haftaya bakarım", "Önce cylonlar gelsin öyle araştırırım" vb çeşitli düşünce bulutları sonucunda bu ay tatilden döndükten sonra giysileri aramaya başladım. Malumunuz öyle elde bol bol zaman olunca istenen adrenalin yaşanmıyor,  yumurta ile kapı arasındaki mesafe minimuma inmedikten sonra tadı mı çıkar hiç?


İlk olarak evime de yakın olması sebebiyle Bakırköy'e gittim. Saatler süren aramalar sonucunda yaptığım en önemli gözlem abiye modasının yaklaşık 20 yıldan fazladır değişmediğini farketmek oldu. Seren Serengil ve Harika Avcı'ya saygı kuşağı kapsamında transparan tüllü simli garip elbiseler, avize büyüklüğünde taşlar, pullar, kat kat garip kumaşlar; rüyalarda buluşuruz bu şarkıyla mı kavuşuruz??

Aslında Coca Cola'nın formülünü aramıyordum ama genel ürün yelpazelerine bakınca işler zorlaşıyordu. Taş ve pulsuz, sade, güzel kumaşlı, mümkünse eski dönem havalı; çok şey mi istiyorum moda tanrısı?

Bir adet nikah için kısa, bir adet düğün için uzun mottosu ile sahaya çıkmıştım. Bakırköyde umutlar tükenmiş ve artık süslüm püklüm dönüşe geçmişken girdiğim son dükkanda nikah kıyafetimi buldum. Bunu bulmamda pay sahibinin erkek arkadaşım olması da ayrı bir konu. Aynı giysinin uzununu beğenmemesi ve balık kesim eteği çok gereksiz bulması sonucunda son girdiğim dükkanda Inception yaşayıp gerçekten o giysinin kısasını bulup pek de beğenmem üzerine dakika 90, abiyeye karşı ilk golümü atmış bulunuyorum. Mağazanın ismi Kamer, Bakırköy Postane'yi geçip yukarıya doğru (Tren yoluna gider gibi) yürüyorsunuz, yolun sağ tarafında bulunuyor.


Filmin karanlık kısmını hızlı geçelim. Çeşitli merkezlerdeki turlar başarısızlıkla sonuçlandıktan sonra Kadıköy kartını oynamaya karar verdim.

İnanılmaz ama büyük bir kahramanlıkla erkek arkadaşım Opera-Onur Çarşısına benimle gelmeyi kabul etti. Bir parantez açmak gerekirse burası Boğa'ya yakın, Bahariye caddesinin üzerinde; hemen yanında Starbucks var. Büyük bir pasajın içinde n sayıda abiye mağazası mevcut.

Evden çıkarken kendisinin son derece primitif bir şekilde Kadıköy-Abiye diye Google'da arama yapması sonucunda bir mağaza ismi gördüm ve modellerini beğendim. Çarşıda da aynı ismi görünce kafamda şimşekler çaktı ve bir değil iki kıyafet birden alındı!

Bahsettiğim yer Tebi Giyim, çarşıya girdikten sonra bir kat çıkıp yarım tur atıyorsunuz.

Bu da siteleri: http://www.abiyekadikoy.com/

Dönem giysilerini andıran elbiselerin yanı sıra abartılı olmayan şık giysiler mevcut dükkanlarında. Uzun süre bir elbise seçemeyen ben ilk başta üç elbise arasında kaldım. Sonra bir kampanya olduğu için iki tane aldım ve böylece 2013 yılında abiye aramamayı garantilemiş oldum. (Umarım)

Bu mağazada klasik çizgiden daha farklı kıyafetler bulabilirsiniz, bunu garanti edebilirim. Elbiselerimden biri daha cafcaflı esasen böyle az da olsa kabarık etekli bir şey giymeyi düşünemezdim ama epey bir motive edildim; ve esasen pek de hoşuma gitti. Diğeri ise tam kafamda olan "Yunan stili" bir elbiseydi. Bu cumartesi hangisine giyeceğime henüz karar vermedim, hala düşünüyorum.

Daha tüm resimleri toparlayamadım ama düğünden sonra konuyla ilgili eklemeler yapacağım. Son olarak ilk mağazada istediğinizi bulabildiğiniz keyifli alışverişler dilerim. :)

9 Eylül 2012 Pazar

Dark Shadows

Hiçbir zaman Tim Burton sinemasını sevmedim, sevemedim. Çocukken de büyükken de Beetle Juice bana keyif vermedi, en "normal" filmi Big Fish bir süre sonra ağızda yapışan aşırı tatlandırıcılı parlak renkli kremalı bir pasta gibi gelmişti bana. Hani içindeki çocuk ölmüş falan filan ile gelmeyin bana The Chronicles of Narnia'da ağlamış insanım ben.


Batman ve Batman Returns'ü ayrı tutabilirim. Ama genel toplamda Nolan'ın dünyasını tercih ederim. (Son filmdeki New York çakması Gotham hariç)

Beyaz boyalar, enine şeritli çizgiler, yumuşak yürekli ucubeler, overactinge yönlendirilmiş oyuncularla, "karanlık masalsı atmosfer"; bana hitap etmiyor. Aslında masalsı atmosferli filmleri sevsem de, bizim masal anlayışımız farklı belli ki. Bir de Danny Elfman var, bu güzel kısım. Eh tabii bir de Johnny Depp.

Ah unuttum bir de Mars Attacks! var, izlediğim en eğlenceli filmi o olsa gerek; sırf kafası patlayan uzaylıları yeter. Star sık sık gösterirdi zamanında.


Neyse lafı dolandırmayalım, izlenecek bir şey kalmaması ile sonunda Dark Shadows'a sıra geldi. Fragmanı da  yukarıda saydığım faktörlerin rahatsız edecek kadar yoğun olmayacağını hissettirmişti.

Öncelikle Dark Shadows bir dönem filmi, 70'lerde geçiyor ve o dönemi seviyorsanız seyir açısından çok hoş sahneleri var. Özellikle Nights in White Satin eşliğindeki giriş çok güzeldi. Film, 1960'ların sonlarında yayınlanmış aynı isimli dizinin uyarlaması.


Bunun dışında Johnny Depp gibi bir adamı makyajla yumurta gibi yapmışlar, konuşma stili ve Alice Cooper ile -evet Alice Cooper var filmde, No More Mr. Nice Guy söylüyor hatta- muhabbetleri güzeldi. Zaten filmin önemli bir bölümü iki yüz yılı tabutta geçiren Barnabas Collins'in günümüz hayatta karşılaştıkları yeni şeylere gösterdiği tepkilerin parodisi üzerine kuruluydu. Ayrıca T-Rex ve Black Sabbath tınıları da duyuyoruz filmde.


Film genel olarak akıcıydı, fazla bir derinliği yoktu ve rahatça izleniyordu. Michelle Pfeiffer hala çok güzel ve zarif. Konuşma tarzı ve vurguları True Blood'daki Pam'i andırdı bana acaba benzer aksanlara mı sahipler, merak ettiğim bir konu.

Ve Eva Green. Bu filmde saplantılı ve kötü ruhlu aşık cadı Angelique Bouchard'ı oldukça başarılı canlandırmış. Sarışın hali de çekici ama bence koyu saçlı hali çok daha güzel.


Hikayenin temelinde saplantılı bir aşk hikayesi var, elde edemediği adamı vampire dönüştürüp sonsuz acı ile lanetleyen aşık bir cadının asırlarca dinmeyen kini ve intikam mücadelesini izliyoruz. Nitekim filmin en dramatik sahnesi de Angelique'e ait.

Ayrıca magazinsel açıdan bakarsak bu filmde Johnny DeppEva Green ile yakınlaşıp akabinde zaten sorunlar yaşadığı uzun yıllardır evli olduğu Vanessa Paradis ile boşanma kararı aldığı söyleniyordu.

Bir haftasonu gecesi için gayet güzel izlenebilir ama "sıkı" Tim Burton fanı iseniz sizi kesmeyebilir.

7 Eylül 2012 Cuma

Düne Yetişmek

Çok sevdiğim bir söz vardır, zamanın akışına müdahale edememek adına: "Zaman hızlı akıp giden bir nehirse sen de sadece bunun içinde sürüklenen bir çakıl taşı olabilirsin; akışı değiştiremezsin."

Buradan kaderci bir yaklaşıma gitmeyi düşünmemek lazım. Bu yüzden cümlenin başına "Geçen" kelimesini ekledim. Geçen zaman için sulara bakmaktan başka bir yol yok. Ancak bazen biz geride kalan sularda boğulmayı bazen de adeta orayı önce düşünsel bir bataklığa çevirip sonra orada saplanmayı tercih ediyoruz.

Neden boğuluyoruz peki geçmişin sularında? Bazen sular bir ayna misali aks oluştururken biz kendi yansımamızı hayranlıkla seyre dalmış oluyoruz. Oysa ki nehir akmaya devam ediyor ve parıltılı bir ayna gibi görünen sular aslında çamurlanmaya başlamış bir yanılsamaya dönüşüyor.



Ancak Narcissus gibi ne kadar hatalı olduğunu bilsek de bazen yansımanın (yanılsama?) büyüsüne kapılıp kendi gerçekliğimizde doğru olduğunu inandıklarımıza saplanıyoruz. Aslında bu da haksız bir davranış değil, zira tanıdık bir yansımayı kontrol etmek çok daha bilindik ve kolayken durmadan akan nehre kendini bırakıp bilinmeyene sürüklenmek hiç kolay değil, hem de çok daha fazla cesaret istiyor.

Sudaki yansıma bazen bir ayna olur, bazen bir müzik notası bazen de bir insanın siması. Aslında orada hepsi bir araçtır kendimizle konuşmak için. Belki kendimize bile söyleyemediklerimizi duymak için bir yol denemesi, belki de anlaşılma hissi.



İnsanın en büyük itici güçlerinden biri anlaşıldığını hissetmesidir. Çünkü insan doğası gereği hem kendini herkesten farklı hem de bir o kadar aynı görür.

Bir an gelir bu yansımalardan (ya da yanılsamalardan, aslında çok ince bir fark var iki kavram arasında) birinde aslında şablonu giden akışın hiç de kendini inandırdığı kadar kusursuz olmadığını görme vakti gelir insan için. Nehrin gerisine doğru yürümeye başlar, oysa ki gittiği yolun izleri bile kaybolmaya başlamıştır. Bir hata bulur, bir tane daha, derken bir tane daha. Başka yollar görür, başka seçimler. Eğer bir şansı daha olsaydı ne yapacağını düşünür.


Düne yetişmek ister, eğer o şansı olsaydı her şeyin farklı olacağına inanma arzusuyla.

Oysa ki düne yetişilmez, ve zaman beklemez.

Aynadaki gerçek aksi görene dek de nehir gerçekten akmaya devam etmez.

Başarı ya da ihtişam olduğunu sandığı şeylerin aslında hataların saklanması için dövülen zırhlar olduğunu fark etmek durgun sulardan kurtulmanın ilk yoludur aslında. Çünkü o metal ve zarif süsler giderek suda daha çok batacaktır.

Boğulmayı reddeden bir süre sonra o ağırlıkla yaşamayı öğrenir, giderek daha da ağırlaşan bir yükle. Suda dengede kalabilmek için yeni numaralar keşfeder, her biri bir öncekinden daha karmaşık ve tehlikeli. Ancak bir süre sonra ruhen özgürlüğün hafifliğini unutur, görünce de hatırlamak istemez. Oysa ki yola koyulmak için atması gereken ilk adım bellidir.

Ve eğer gerçekten yoluna devam ederse önünde sayısız yol ve coşkun akan suların olduğunu görür.

Belki ileride boğulacak, belki ileride hep hayalini kurduğu ağaç eve kavuşacaktır ama sahte tanrılarımızı yok etmediğimiz sürece gözlerimiz de mühürlü kalacak.

Ve yok etmeye önce kendi yansımamızdan başlamak gerekir, yeniden yaratmak için.

Tekrar doğduğumuzda aslında gerçekten yaşamamış olduğumuzu anlamak için.


Müzik:


5 Eylül 2012 Çarşamba

Max Richter - Vivaldi Four Seasons Recomposed

Bu sene en heyecanla beklediğim albümdü.

Değdi.

Zamanla giderek daha iyi fark ediyorum ki Max Richter hayatımdaki en önemli müzisyenlerden biri. November ile en güneşli günde bile kapalı bir kış gününü yaşatan, Sarajevo ile en zarif şekilde acıyı yansıtan, A Sudden Manhattan of Mind ile zihninizde bir yolculuğa çıkaran da hep onun ezgileri olur. Defalarca üstüste ya da farklı zaman dilimlerinde dinlediğinizde her zaman yeni bir nota yeni bir hayal keşfedersiniz.


Vivaldi'nin Dört Mevsim'i herkesçe bilinen önemli bir klasik. Kendi adıma İlkbahar ve özellikle de Sonbahar'a hiçbir zaman pek ısınamamışımdır. Belki de mevsimi yansıtan tınılarındandır ama her zaman Yaz ve Kış'ın yeri benim için hep ayrı oldu.

Ve Max Richter bu klasiği kendi tarzıyla yorumluyor. Sonuç: Tek kelimeyle muhteşem.

Sevmem dediğim İlkbahar başka bir şey olmuş, Yaz'ın en sevdiğim bölümü olan Presto'nun ortasından itibaren inanılmaz güzellikte bir özgün bölüm var. Summer Adagio yani albümdeki adı ile Summer 2 ise anlatılmaz, bambaşka bir güzelliğe dönüşmüş ve bence albümdeki en güzel eser.

Ansızın gelen not: Fikrim değişti, albümün en güzel parçası kesinlikle Summer 1. Sırf müziğin hissettirdikleri için bile ayrı bir yazı yazabilirim. İkinci yarıdan sonra gelen özgün bölüm son yıllarda dinlediğim en zarif ve güzel şey oldu.  Buyrun dinleyin:


Dört Mevsimin güzelliği her mevsimin ruhunu yansıtması ve döngüyü anlatması. Kimi zaman neşe içinde şakıdığımız anlardan en gözyaşlı anlara; öfkeden huzura her daim yaşadığımız ve yaşayacağımız sonsuz daireyi hiçbir söze ihtiyaç duymadan hissettirebilmesi.


Orijinal temaya sadık kalarak bu kadar özgün ve çarpıcı bir yorum yaratmak da elbette bu albümü özel kılan diğer bir etken.

Bu albümde mevsimler biraz daha farklı. Belki Yaz olmasına karşın Güneş bazen biraz daha solgun, Kış'ın ise karlar daha şiddetli yağıyor, Sonbahar'ın rüzgarının yanında yağmur var ama İlkbahar'da açan çiçekler daha renkli.

Dört Mevsim'in rüya aleminde geçiyor zaman; hem coşkuyla akan hızlı bir nehir gibi hem de zamanda sabitlenmiş bir kaya parçası. Nerede ve nasıl olduğunuz tamamen nasıl hissettiğinize kalmış.

Uzun lafın kısası, bu albümü mutlaka dinleyin.

Not: Albümü neredeyse "yoktan var edip" bana ulaştıran Erol Çetinçelik'e teşekkürler. :)

Ve işte Summer 2: