28 Ocak 2013 Pazartesi

The Hunger Games / Açlık Oyunları

Uzun zamandır en keyifle okuduğum seri oldu. İlk önce filmini izlemiştim, hoşuma gitmişti. Ancak kitaplar filmden çok daha güçlü bir etki yaratıyor. Okumaya başladığınız anda zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorsunuz.


Yazar Suzanne Collins'in eseri The Hunger Games bir distopya hikayesi. Günümüz dünyasının savaşlarla parçalanmasından sonra kalan yerler Capitol ve Mıntıkalar olmak üzere bölgelere ayrılıyor. Mıntıkalar üretimin sağlandığı aslında Capitol'ün her şeyinin bağlı olduğu yerler ancak savaş sonucunda Capitol isyan eden bu bölgeleri ağır saldırılar sonunda yenince tamamen açlık ve kölelik odaklı bir şekilde kendilerine bağlıyor. Ve bir daha ayaklanmamaları için de hem psikolojik hem de fiziksel işkenceleri eksik etmiyor. Zaten romanın ismi de bu konudaki en çarpıcı "işkence" metodundan geliyor.

Ancak tahmin edersiniz ki her dikta rejiminde olduğu gibi insanlar aslında patlamak için bir kıvılcıma bakıyor. Gene de çok yüksek oranda gözlemleriz ki o kıvılcımın tutuşması için her daim bir kahraman, bir lider ya da bir şehide ihtiyaç duymuştur insanoğlu. Bu hikayede de o kıvılcımın tutuşmasını izliyoruz.


Serinin konusu yalnızca özgürlük mücadelesi değil. Bir yandan kapitalizmi ve yozlaşmayı temsil eden Capitol dünyasında en korkunç şeylerin bile bir oyun, bir TV şovu olduğu gerçeğini izliyoruz. Ve esas kahramanlarımız da bu oyunu oynamak durumunda kalıyorlar, hatta ilerleyen aşamalarda düşmanın silahını ona karşı kullanmak da savaşın en önemli parçası oluyor.

V for Vendetta taraflı ve manipulatif medya hareketlerinin etkisini çok iyi anlatıyordu. Bu hikayede de benzer motifleri görmek mümkün.


Bunun dışında her kitapta bitmek bilmeyen bir tempo mevcut. Karakterler plastik değil bir süre sonra iyice onlara alışıyorsunuz. Gene de bir iki istisna dışında özellikle favori bir karakterim olmadı. Listemin başında Modacı Cinna var şahsen. (Lenny Kravitz oynuyor filmde)

Seri üç kitaptan oluşuyor, şiddetle tavsiye ederim. Şimdiden iyi okumalar. :)

The Hunger Games / Açlık Oyunları
Catching Fire / Ateşi Yakalamak
Mockingjay / Alaycı Kuş



22 Ocak 2013 Salı

Cloud Atlas

Her insan gibi izlediğim ve asla unutamadığım; sırf müziğini duyduğumda bile içimde bir yere dokunan filmler vardır. Braveheart, The Fountain, Hero ve nicesi...

Cloud Atlas kesinlikle onlardan biri.

Samimice söyleyeyim, bu son derece subjektif bir yazı. Bu satırları okuyup filmi izledikten sonra hiçbir şey hissetmeyebilirsiniz, ya da hayal ürünü karakterler için gözyaşı dökebilirsiniz. Gülümseyebilir ya da hayallerinizin bir filmde can bulduğunu görebilirsiniz. Hoş, illa da bir anlamı olmak zorunda değil.


Kendi adıma, eğer sinema perisi karşımda belirip nasıl bir film izlemek istediğimi söyleseydi her karesiyle bu Cloud Atlas olurdu.

Ve bu yazıda filmin içeriğine dair bir detay yok, gönül rahatlığıyla okuyabilirsiniz.

Hayalperest diyebilirsiniz, ancak hayatları bile aşan ne olursa olsun birbirlerini bulan insanların hikayeleri her daim beni mutlu ediyor, umut veriyor.


Aşkın gücüne tekrar tanık olmak, o anda buna dair en ufak bir inancınız kalmasa bile sizi tekrar yeşertiyor.

Ve sadece aşkın gücü ve güzelliği değil Cloud Atlas'ı benim için bu kadar değerli kılan; bazen bir düşüncenin çağlar, gezegenler, hayatlar ötesinde bir çok şeyi değiştirebileceğini ispat etmesi.

Siz de belki bundan onlarca yıl önce yazılmış bir şarkıyı dinlerken hayatınızın en güzel yazısını yazdınız, belki yüzlerce yıl önce hayat bulmuş satırlardan aldığınız güçle yeni bir yola saptınız. Belki hiçbir şey yapmadınız ama o düşünce kalbinizde var oldu ve bir gün çok daha güzel bir şeye ışık tutacak.


Karanlığın aslında önümüzdeki aydınlığın habercisi olmadığını nereden bilebiliriz ki? Bazen çok zor olsa da sadece gereken tek şey sabır, ve inanmaya devam etmek.

Ve müzik... Milyonlarca satan bir plak olması gerekmez, bir kaç nota hayatları birbirine bağlayabilir. O sesler evrende sadece sizin için tınlıyor olabilir. Böyle hissettikten sonra neden böyle olmasın...

Cloud Atlas hem bir o kadar aynı hem de bir o kadar özel olduğumuzu anlatıyor bize. Herkes kadar. Ne eksik ne de fazla.



Her şeyi bildiğine inanan bir bilim kadınına bir "vahşi" yol gösterebilir kimi zaman. Bilgeliğin kitaplar, teknolojiler ve gösterişten ibaret olmadığını anlarız. Bilgelik bazen bir kalp atışında saklı olabilir.

Gerçekten içimizden gelen her davranış bilgecedir aslında, fazla teferruata gerek yok.

Bazen yol gösterici olarak sahneye çıkan aslında yol gösterilen olabilir.


Eğer içinizden gelirse bu filmi lütfen izleyin, karanlık bir peri masalı bu bir o kadar da gerçek.

Siz inanmak istedikten sonra gerçekliğini ne engelleyebilir...

Ancak her saniyesine bezeli sayısız sembol, detay ve motiflere odaklanmadan izlemeyi deneyin benim ilk yaptığımın aksine.

Bazen anı algılamaya çalışmak o anın büyüsünü alır götürür. An geçmiştir ve onu tekrar yaşama şansınız kalmaz.

Herkes için mutlu bir son var, bazen ne kadar uzakta görünse de...

Kimi zaman bir gülümsemede kimi zaman ise bir an gözünüze takılıp geçtiğiniz parmağınıza konmuş bir uğur böceğinin kanadında. Bazen ise asla bitmeyeceğine inandığınız bir boşlukta.


Bu filmi ilk izlediğimde tüm detaylarını ve kendimce çıkarımlarımı anlatmak istemiştim; oysa şimdi düşününce bunu yapmak ne kadar beyhude...

Kalp neyi görüyorsa hakikat odur, gerisi teferruat.

Su aksın, yolunu bulsun...

Ve son olarak filmin muhteşem müziklerinden bir kuple:


4 Ocak 2013 Cuma

İntikam - Servis etme başka ihsan istemez

Valla dehşet içindeyim. Gene de altını çizeyim hani bu ne ilk izlediğim yerli dizi ne de "yerli dizi böğkk" yapma derdindeyim. Hani bu gözler Ali Kaptan'ın gemiyle eve dalma sahnesi de gördü; "Behlüğğlll kaçççaar" diyen yeşil kaş ve sakallı Kıvanç Tatlıtuğ da gördü. B sınıfı hatta C sınıfı aksiyon filmlerinden keyif alan bir insan olmama karşın uzun süre sonra gördüğüm en ağır dozdaki kötü yapım buydu sanırım.

Ne bileyim Hürrem'in çığlık atan sesi bile daha az iticiydi ya da Mahidevran'ın pi sayısını üç ya da sekiz alsa da asla yükselmeyen çift haneli IQ'su ile yaptığı hin planlar ve otoriter tavırların patlamasıyla geçirdiği sinir krizleri.


Gene de iticilik deyince Yaprak Dökümü ve pembe paltosuyla gözlerini belertip "Kocamı aldı kocamı aldı" diye sayıklayan Necla'yı tek geçerim. (Evet Gökçe bu cümle senin içindi muck) Gerçekten bir dönem Kanal D'yi açtığımda sadece çığlık, ağlama ve silah sesi geliyordu hatırlarım.

Neyse bugün dedim annemle oturup aylardır söylenen şu diziyi bir izleyeyim. Orijinali Revenge'i izlemedim de imdb'den yaptığım bir kaç arama ve fotoğraf tam bir Brezilya dizisi tadı verdi. (Özellikle de o estetik faciası teyze şimdiki FirdevsV2 karakterin orijinalinin mimikler var ya of, Şahika mıydı adı neydi?)


Neler gördük? "Ben çocukken sarışınmışım" geyiği gerçekmiş muhabbeti yapmamıza sebep veren tatlı ve sarışın Beren Saat'in çocukluğunu gördüğümüzdeki alaycı tavır yetimhanede bir milyoncudan alınmış duran sarı peruğu görmemizle birden dehşete dönüştü. Hani arkadaşlarla komik foto için kullanılacak türde yapay duran bu şeyi ve Beren'in doğal "koyu" kaşları arasındaki uyum cidden trajikomikti. Tamam orijinal dizide kız sarışın da bizimki kumral olsa telif hakkı ihlali mi olacak nedir anlamadım ki?

Zaten kimin niye kötü nasıl kötü olduğunu bile anlayamadığımız kötülükte insanlar dolu dizi; hani Gargamel yanlarında Pamuk Prenses kalmak üzere. Ve işin esası o kadar parasıyla başka bir kimliği oynayıp nefret ettiği insanlarla yaşamaya çalışan ana karakteri sanki haklı ve sağlıklı olarak göstermek de ayrıca acı bir detay; haliyle böyle bir karakterin gerçek hayatta ciddi şekilde tedavi görüp önce babasının ölümüyle yüzleşmesi gerekirdi.


Tamam, daha fazla entel muhabbet yapmayacağım söz ama serde var tutamıyorum içimde. O zaman en unutamadığım detayları sayayım:

-İçki dökme sahnesi. Doğrudan bardağı fırlatsa daha etkileyici olabilirdi aslında. Bu kadar mı sakil durur.
- Şahika'nın kolları transparan Seren Serengil etkileşimli 80'ler assolisti motifli kırmızı desenli giysisi. Tamam düz hali idare eder elbisenin ama o kollar nedir kuzum ya?
- Açık arttırma sahnesi. Ya hadi kankan kocanla seni aldattı sen de öç almak istedin dizinin konseptiyle de uyum içindesin zaten aksini bekliyoruz ve resim metaforuyla bunu yapman tamam da, bu durumu saklamak yerine tüm dünya duysun diye kadını güvenlik eşliğinde dışarı attırmak ne kadar "zarif" ve "zekice" bir tavırdır ki? Oğlun böyle diyor metodların için ben değil. Zaten bir ödipal bağlılık hissetim o ayrı. Bir de Didem Uzel'in yüzü aşırı estetik müdahalelerden Miss Piggy'e dönmüş gerçekten.


- Ya adını hatırlayamadığım gözü yükselerde Beren Saat'in kankası; hani böyle mega ünlü ve sosyetik olmanın yanı sıra aşırı da büyük ticari güç sahibi birinin asistanısın ve o nerd çocuğu tanıtırken "adını bilmediğim bi site mi ne bilemiyoruam o sayede zengin felan oldu yani" minvalinde bir konuşma yap; hani bu kadar mı bihabersin dünyadan Şahika'nın kocasının en sevdiği iç çamaşırı rengini bile ezberleyecek kadar dedikodu dünyasına hakimken. Niye seni yanında tutsun o kadın ben de anlamadım.
- Zafer Alagöz, Didem Uzel'i yeme pardon öpme sahnesinde sanırım İbrahim Tatlıses ve Hülya Avşar'ın unutulmaz sahnesine saygı duruşunda bulunmak istedi. Gözümü kaçırdım ya resmen. Mutfağa gidip su almak istedim. :)


- Sonsuzluk işaretinin sevgi sembolü olması ne bileyim çok yama gibi bize hiç uymamış, hani anlamlı sembolik falan takılacaksanız şöyle bir nazar boncuğu bir şey olsa daha iyiydi sanki.
- Nejat İşlerin köpeği ölümsüz o kesin. Hatta belki de Beren'in babasının Avatar'ıdır kimbilir.
- Yaş saçmalıkları konusuna gelirsek 3-4 yaş fark var gibi duran Nejat-Beren ikilisine bakınca bir duruyorum elbette. Delikanlı hitabı falan kurtarmıyor yani. Bir de Mehmet Akif Ersoy şiiri gibi konuşan banka memurunu unutmamak lazım.
- Olay örgüsünde çoğu şeyin neden ve nasıl olduğunu anlamaktan zaten ilk on beş dakikada vazgeçtim.
- Beren'i iyi giydirmişler yalnız kabul etmek lazım. "Zengin", "lüks" hissi vermesi için hazırlanan kıyafetler bana nedense gayet sıradan geldi. (Mesela kimi zaman abartılı olsa da Nebahat Çehre'nin giysileri gayet yakışıyor ve o havayı veriyordu) Ancak günlük hayat giysileri gayet hoştu Beren'in yani Derin'in; neydi Yağmur muydu orijinal adı.

- Ya baktım da orijinaldeki kız iri atletik bir hatun, bizim minyon Beren'in o çırpı kollarıyla keskin de olmayan bir şeyle dizideki filozof balıkçı ve hin karakter açığını kapayacak olan Nerd'ü yakalayıp kesmekle tehdit ettiği sahne çok kötüydü. Tabii Şahika'nın kocasının çenesini kavrama sahnesini de unutmamak lazım.
- Yalnız şu bir gerçek ki dizinin sonunun gösterilmesi pek çok kişi için bir devrim oldu muhtemelen.

Ve 2013'ün ilk blog yazısı da klasik konularımın dışında çıktı ve bir yerli dizi oldu. :)

Velhasıl her an Pink Floyd da bir yere kadar tabii, ayrıca çekirdek yiyip anneyle ortak bir odağa sürekli eleştiri seansı yapmak da gayet eğlenceli oluyormuş.

Yok, zorunda kalmadığım sürece -kalmayayım lütfen hatta nütfen- Kuzey ve Güney izlemem; bu kadar övülünce meraktan bir kaç kez denedim ama of sahiden inanılmaz sıkıcı bir dizi. Hani içim fena oluyor izlerken time loop'a giriyorum her sahnede. Bir de o Cemre'yi sokakta görsem yolarım ben. Özetle Hürrem'i tercih ederim mecbur kalacaksam. Neticede Pargalı yani Okan Yalabık Effect var. (Şahsen Mehmet Günsur Effect taraftarıyım o ayrı)

İyi geceler, karar verdim ki artık dönem dönem bu konularla da sizlerle olacağım. :)