12 Şubat 2013 Salı

Dört Element

Tamam artık -esasen çok uzun süredir- uranyumundan fransiyumuna boy boy çeşit çeşit element var; hatta onu geçtim kuarkı madde altı parçacığı sicimi osu busu bile mevcut; ancak gene de dört element sembolizmi her daim varlığını koruyor. Yakın zamanda Dan Brown'un Angels and Demons kitabında da oldukça çarpıcı şekilde kullanılışına tanık olmuştuk.


Ateş, hava, su ve toprak. Antik Çağlarda evrenin varoluşunun temel taşı olarak düşünülmüş dört unsur. Okultizmin bel kemiklerinden biri. Astrolojiden tarota her yerde izleri mevcut. Paganik ayinlerin de temelini oluşturan bu motifler kültürden kültüre değişiyordu. Ayrıca beşinci element konusu var ki yazının sonunda değinmeye çalışacağım. Şimdilik klasik elementlerle ilerleyelim.

Yunus Emre dört elementten dört ejder diye bahseder: "Od, su, toprağ, yel"

Nitekim burçların sınıflandırılışı ve karakteristiklerinin oluşumunda da elementlerin "insani" özellikleri baz alınmıştır. Peki nedir bu özellikler?


SU:
Her daim duyguların ve bilinçaltının sembolü olmuştur. Ay ve med cezirle de yakından ilişkilidir. Su elementi esasen insanlardan hatta kendimizden sakladıklarımızı ve sezgileri temsil eder.

Su grubuna mensup burçlar: Yengeç, Akrep ve Balık'tır. Yani Zodyak'ın en duygusal burçları. Karakteristikleri değişse de bu üç burcun temel özelliklerinde aşırı duygusallık, sezgisellik, hayal gücü ve bastırılmış duygular mevcuttur. Su elementi çok yönlü ve derin düşüncenin sembolüdür. Ayrıca da sessizliktir, sözel olması gerekmez; kişinin yaşadığı olaylara karşı gerçek tepkilerini içsel olarak yaşaması da suyun bir özelliğidir. Negatif uçlarda realite kaybı, kıskançlık ve duygusal krizlere dönüşür.


Su ile ilişkili gezegenler ise Ay, Neptün ve Pluton'dur. Ay'ı zaten başta söylemiştik, Neptün (Poseidon) zaten denizlerin tanrısının adıdır ve astrolojik anlamda da gene hayalleri, bilinçaltını ve arzuları da temsil eder. Pluton ise ölümün ve yeniden doğumun sembolü olup sezgiselliği de içerir.

Tarotta ise su elementi Minor Arkana'nın Kupa destesi ile ilişkilidir ve genelde bu kartlar duygusal modların tasvirlerinden oluşur. Nitekim Minor Arkana'dan türetilmiş olan iskambil kartlarında da malumunuz kupanın sembolü kalptir.

Kupa, Kutsal Kase metaforuna da göz atacak olursak Su elementi dişilik ile de ilgilidir. Dişi enerji (Yin) ile bağdaştırılması, Ay'ın antik çağlardan beri en güçlü kadınsı sembollerden biri olması (rahim) da tesadüf değildir. Temsil ettiği mevsim ise Sonbahar'dır.

HAVA:
Değişken, hızlı ve sonsuz devinimli. Hava elementi bilgi ve iletişim ile özdeşleştirilmiştir. Hava rasyonelliği de temsil eder ancak Toprak'taki gibi sabit değildir. Bilakis çok değişken ve hatta kalıcı olmaya uzak bir yapıdadır. Su grubunun derinlere inme arzusu, aşırı duygusallığı ve sezgiselliği Hava elementinin tam anlamıyla zıttıdır. Nitekim bu iki gruba ait burçlar da kolay kolay anlaşamazlar.

Hava elementi ile ilişkili burçlar: İkizler, Terazi ve Kova'dır. Terazi, İkizler ve Kova ikilisinden biraz ayrışsa da üç burcun temel özelliklerinde iletişim becerisi, hızlı devinim ve bilgiye ulaşma, sentezlemeye meyli görürüz.  Negatif açıdan duyarsızlık, yüzeysellik ve bencillik gibi kavramlarla özdeşleşir.


Merkür, Venüs ve Uranüs Hava elementiyle ilişkili gezegenlerdir. Terazinin farklılığı da burada çıkar: Merkür hız ve pratiklik (İkizler), Uranüs (Kova) değişimin gezegeniyken Venüs hem Terazi hem de Boğa burcunun yönetici gezegenidir. Yani estetiğe düşkünlük, yerleşik düzen, duygular ve ihtirası temsil eder. Bu yüzden Terazi'nin karakteristiği tam anlamıyla Hava değil, Hava-Toprak karışımı bir yapıdadır.

Minor Arkana'da Hava'nın sembolü Kılıçtır ve genelde destenin en "sert" kartları da kılıçlara aittir. Öğretici eylemler ve kalıcı -kimi zaman yıkıcı- değişimleri tasvir ederler. Ve bu süreçlerde kimi zaman mücadele kimi zaman da sabır gereklidir. Kılıcın iskambil sembolü ise Maça'dır.

Hava İlkbahar mevsimi temsil eder ve maskülen enerji formlarından biridir.

TOPRAK:
İşte dört elementin  en sabiti. Toprak dingin ve durağan enerjinin sembolüdür. Değişime kapalılığı ve koşullar mükemmelleştiği anda bu koşulları korumayı temsil eder. Risk almamak ve dengeyi korumanın anahtarı olarak gösterilir. Toprak rasyonelliğin de sembolüdür, pek tabii bir de sabit fikirliliğin.

Boğa, Başak ve Oğlak Toprak grubunun burçlarıdır. Üç burcun temel karakteristiği de dengeli yapılarıdır. Ani değişimler ve sürprizler bu burçların doğasına ait değildir, bilakis onlar için son derece olumsuz kavramlardır. Bu açıdan Hava grubu ile ters düşerler. Ayrıca yerleşik düzen ve ev hayatı da onlar için çok önemlidir. Son olarak maddi düzen ve iş hayatı da toprak elementi ile ilişkilidir. Negatif fazlarda cimrilik, eylemsizlik ve aşırı gösteriş düşkünlüğünü simgeler.


Merkür, Venüs (ikisi de aynı zamanda hava grubu üyesi) ve Satürn Toprak elementiyle ilişkilidir. Merkür ve Venüs bu sefer stabil yüzleriyle karşımıza çıkarlar. Sürekli değişen ruh halleri yerine içsel şüpheler ancak sabit bir duruş vardır. Satürn ise zodyakın "sert eğitmeni" olup mantıksal kararlarla da alakalıdır.

Toprak elementi Minor Arkana'da Tılsım (Para) ile sembolize edilir. Genelde bu kartlarda maddi dünya ve rasyonel kararla ilgili kavramlar tasvir edilir. İskambil sembolü Sinek'tir.

Gaia, Toprak Ana her daim mitolojinin en önemli figürlerinden biri olmuştur. Toprak elementi de feminen enerji ile ilişkilendirilir. Temsil ettiği mevsim ise Kıştır. (Neden İlkbahar değil şahsen anlamıyorum)

ATEŞ:
Ve son olarak en "haşin" element ile karşı karşıyayız. Ateş dürtülerin ve eylemselliğin sembolüdür. Yakıcıdır, anidir ve değişimdir. Yanarak yok olup küllerinden doğan Anka Ateş elementinin metaforlarından biridir. Hava elementine kıyasla Ateş'in sembolize ettiği değişim daha köklü ve daha zorlayıcıdır.

Koç, Aslan ve Yay Ateş grubuna ait burçlardır. Üç burçla da liderlik, tutku ve cesaret kavramları alakalıdır. Ayrıca özellikle de Yay burcu ile özgürlük yakından bağlantılıdır. Bu burçlar kişisel baskılara tahammülde en zorlanan gruptur. Ayrıca Ateş elementi  "Ego"nun da temsil edilişidir. Bu sebepten ötürü bu burçların olumsuz özelliklerinde aşırı hırs, kendini dev aynasında görme, çocuksuluk ve öfke bulunur.


Elementle bağlantılı gezegenler Güneş, Jüpiter ve Mars'tır. Güneş ve Jüpiter başarıyı, gücü ve zaferleri temsil ederken; Mars eylemselliktir. Ani tepkiler, kaos ve yıkım. Ayrıca çocuksuluk. Üç gezegen de yüksek enerji ile ilişkilidir ve dikkat çekicidir. Liderlik kavramı Ateş grubuyla birleşir.

Ateşin en önemli anlamlarından biri "arınmak"tır. Eğer bu açıdan elementi anlatmak istersek ayrı bir yazıya başlamam gerekir. "Ateşten geçmek" gerek tasavvuf gerek ezoterizmde en önemli sembollerden biridir ve kişilerin yıkımla dönüşümünü, tekamülünü simgeler.

Tarotta Değnek ile temsil edilir ve bu kartlar da eylemlerle ilişkilidir. Fevrilikle ilgili uyarılar bolca mevcuttur. Pek tabii elementin temsil ettiği mevsim Yazdır.

BEŞİNCİ ELEMENT?
Klasik dört element dışında Luc Besson filmine dahi konu olmuş pek meşhur beşinci elementi de unutmayalım. Kimi kültürlerde dört elementin toplamı ve herşeyin kusursuz ahengi olarak betimlenir, kiminde ise hiçlik.

Öncelikle Yunan kültüründe sonra da ortaçağda Simya geleneğinde beşinci elemente "Aether" ismi veriliyordu (kelimenin kökeni parlamaktan gelir) ve bu element evreni temsil etmekteydi. Yaradılışın özü olarak nitelendirilen Aether'e bir çeşit  ilkel "Higgs Bozonu" da diyebiliriz aslında.

Özellikle de ortaçağda nice simyacı bu kusursuz elementi (Felsefe Taşını) yaratmak için uzun maceralara girişmiş ve sayısız deneyler yapmıştı. Şimdi CERN'de çok daha "ufak" şeyleri çarpıştırarak çok daha büyük ve gerçek cevapları bulmaya çalışıyoruz. Acaba Paracelsus ve türevi kişiler bugün yaşasalar neler düşünürlerdi...


Uzakdoğu kültüründe beşinci elementin Çince ismi Wuji'dir. Anlamı hem sonsuzluk hem de hiçliktir. Bu açıdan kabalanın her şeyi başlatan hiçlikten gelen ışık "Ayn Sof"a da benzer.

Hinduizm'e dönersek Aether'in yerini Akasha alır. İnanışa göre Akasha'ya ulaşan tüm evrenin bilgisine sahip olabilir.

Özetleyecek olursak beşinci element bütünlük ve sonsuzlukla ilişkilidir. İnsanoğlunun kusursuzluğu bulma arayışının sembolüdür. Ancak bu arayışın sonuçsuz kalacağı gerçeği de elle tutulur dört elementin yanında her daim mistik yapıda olan beşinci elementin temel doğasını oluşturur.

İKONOGRAFİ
Dünyanın en bilinen sembollerinden biri olan Haç dört elementi temsil eder. Burada mevzu bahis haç hristiyanlıkta bildiğimiz hali değil dört kolu da birbirine eşit olandır.

Ayrıca kare figürü de pek tabii dört elementle ilişkilidir. Numerolojide de dört sayısı bütünlük ve denge ile özdeşleştirilmiştir. Çizimlerde daire (evren) içinde kare (dört element) kusursuz düzen sembollerinden biridir.

Ve Hitler'in ters çevirerek kullandığı insanlığın en kadim simgelerinden biri olan Swastika da dört elementin en önemli ve en eski işaretlerinden biridir.


Tarotta Dünya kartında dört elementin dengeli varlığı ve evrendeki kuvvetlerin tasvirlerini görürüz. Ayrıca dört büyük melek metaforu, mahşerin dört atlısı (dualite) gibi kavramlar hep evrensel dengenin motifleridir.

Son olarak özetleyecek olursak beşinci element bütünlük ve sonsuzlukla ilişkilidir. İnsanoğlunun kusursuzluğu bulma arayışının sembolüdür. Ancak bu arayışın sonuçsuz kalacağı gerçeği, elle tutulur ve herkesin en azından bir tanesiyle kendini özdeşleştirebileceği dört elementin yanında her daim mistik yapıda olan beşinci elementin temel doğasını oluşturur. Ancak insanoğlu bitmek bilmeyen bilinmeyene duyduğu tutkuyla kah Kızıl Elmayı, Kutsal Kaseyi kah Felsefe Taşını; ve de pek tabii kendi cennetini aramaya devam edecektir.



Iron Maiden!

Hani tüm gruplar bir yana onlar bir yana dediğiniz bir kaç tanesi vardır ya, Iron Maiden da benim için onlardan biri; rakipsiz açık ara.

Diğer bir tanımla "Karışık CD" yaparken "Best Of"unu hazırlamaya çalışırken CD'ye sığdırmayı geçtim en az iki CD yaptığınız halde hala eksikler varsa o grup "gönüllerin grubu" oluyor.


Neden birden Iron Maiden'ı yad ettim peki? Bugün 1988 Maiden England videosunun yenilenmiş ve ekstra görüntülü DVD'sinin tanıtımını izledim ve hem mutlu oldum hem de pek bir duygulandım.

Zira 15-16 yaşlarındayken fellik fellik arayışlardan sonra bulduğumuz VHS videolarını Maidensever kızlar olarak oturur defalarca izler, pek bayıldığımız gitarist Adrian Smith'i izleyip iç çekerdik. Videoları o kadar çok izlemiştik ki Bruce'un anonslarından grup üyelerinin mimiklerine kadar görüntüleri ezbere biliyorduk. (Hala parçaları dinlerken anonsların da aklıma gelmesi çok mu tuhaf, yoo :) )


Pek tabii bir de Live After Death var, aslında en tepe noktası o sanırım. Sırf Revelations'da Adrian'ın başını yana eğip arpejini çalması ya da Bruce'un Dave'i sırtına alarak Number of the Beast söylemesi gibi detaylar geliyor aklıma. Bir de şunu unutmamak lazım bir çok Maiden parçasının konser versiyonu orijinalinden çok daha üstündür. (Revalations, Die with your boots on, Fear of the Dark, Bring your daughter... To the Slaughter, The Prisoner, 22 Acacia Avenue ve nicesi)

Geçtiğimiz yıllarda sonunda uzuuuun süren bekleyiş bitti ve Maiden'ı canlı canlı izleme şansına eriştik. İlk sahneye çıktıklarında resmen kilitlendiğimi hatırlıyorum. Running Free çalarken de adeta ortaokuldaki gibi zıplamaya başladığımızı.


Yıllar geçse de her zaman Maiden'ın yeri ayrı; her dem yeşil. Up the irons!

Madem öyle en sevdiğim parçalarından bir kaç seçki yapayım:

Seventh Son of a Seventh Son - The Evil That Men Do


Powerslave - Rime of the Ancient Mariner


Virtual X1 - The Clansman (Live)


Somewhere in Time - Stranger in a Strange Land


Brave New World - Dream of Mirrors


Killers - The Ides of March & Wrathchild


Piece of Mind - The Flight of Icarus


Number of the Beast - The Prisoner (Live)


Piece of Mind - Revalations (Live)


Powerslave - Powerslave (Live)


Somewhere in Time - Alexander the Great


Seventh Son of a Seventh Son - Only The Good Die Young


No Prayer For Dying - Holy Smoke


Fear of the Dark - Afraid to Shoot Strangers


Iron Maiden - Running Free (Live)


Powerslave - Aces High


Brave New World - Wicker Man (Live)


10 Şubat 2013 Pazar

House of Cards

Billboardlarda reklamını görüyordum bu dizinin. Kevin Spacey taş bir tahtta ellerinden akan kanlarla oturuyor. Hedefi de Amerika'nın başkanı olmak. Gayet çarpıcı.

İşin özeti: Kevin Spacey döktürüyor. Sürekli seyirci ile diyalog halinde olması da ayrıca hoşuma gitti. "Tıpkı Fight Club'da Edward Norton'ın yaptığı gibi" derken dizinin yapımcısının David Fincher olduğunu öğrendim. Hatta ilk bölümü de kendisi yönetmiş.


Eskiden sinemanın yanında ikinci sınıf bulunup burun kıvrılan TV yapımları konusunda işler değişeli çok oldu. Fenomen dizilerin oluşması ile artık sinemadan tanıdığımız pek çok ünlü oyuncuyu kah mini dizilerde kah uzun soluklu yapımlarda görebiliyoruz. Üstüne üstlük Oscar'ın yanı sıra şakır daha çok ödül toplayabiliyorlar.

Politikanın çirkin yüzlerini bol bol görüyoruz hikayede. Sayısız ihanet, iftira, herkesin birbirinin açığını kollaması; sağlam kurgularla karşımıza çıkıyor. Pek tabii inceden güncel olaylara göndermeler mevcut.


Bazen basit bir dedikodunun herşeyin nasıl değişebileceği ve insanların manipulasyonla kolayca nasıl yönetilebileceği esas konu aslında. -Ve tabii medyanın ne kadar tehlikeli bir silah olduğu. Bazen çok sert geri tepebilen.

Diziyle ilgili en ilginç detay ise sezonun tüm bölümleri yapımcı Netflix'in sitesinde aynı gün yayınlanmış olması. Özetle her hafta beklemeden tüm sezonu tak diye online izliyorsunuz. Beklemek ve merak etmek çok güçlü bir dürtü malum, başta Lost olmak üzere pek çok yapım bu duyguya oynayarak fenomen olmayı başardı. Acaba bu düşünceye tamamen zıt geliştirilmiş bu strateji nasıl bir sonuç verecek gerçekten merak ediyorum.


6 Şubat 2013 Çarşamba

İnsanlık Ayıbı: Yunus Parkları

İnsanın doğanın güzeller güzeli canlılarıyla yakın olmak istemesinden daha doğal bir şey yok. Kedi, köpek, at aklınıza ne gelirse bir canlıya bakmayı seçiyoruz öyle ki bir süre sonra o can hayatımızın en önemli parçası oluyor.

Ama bazı canlılar var ki onlara yakın olmamız gerçekten zor, hatta imkansız.

Çok güzeller değil mi? Sürekli gülümseyen yüzleri, oyuncu tavırlarıyla yunuslar en başta çocuklar için adeta masallardan fırlamış bir figür.

Bir yunusa dokunmak hatta onunla yüzmek fikri gerçekten güzel geliyor insana, bundan daha doğal bir şey yok.

Ancak her canlı doğal ortamında "güzel" ve mutlu.


Yunus parkları denen sözde eğlence yerleri ise görünüşte bu hissi biz insanlara yaşatmak için var. Ama ne pahasına...

Siz gerçeği bilmeyip oraya gittiğinizde güzel bir şey yaptığınızı sanıyor olabilirsiniz. Çocuğunuza hayvan sevgisi aşıladığınızı, ki çocuk zaten bilmez onun için harika bir şeydir bu.

Ama gerçekte yaptığınız şey engin bir denizde yaşamak için doğan bu canlıları tıkıştırdıkları gösterişli bir hapishaneye para vermek.

Ne kadar onlara iyi bakıldığı ve en iyi koşullarda o havuzlara getirildiği söylense de bir düşünün. Sizi alıp lüks görünümlü küçücük bir odaya kapattıklarını. Ve o odadan hayatınız boyunca çıkamayacağınızı. Bunun yanında sürekli yabancıların o odaya sizi seyretmek ve size dokunmak için geldiğini.

Hayvandır ne anlayacak diyorsanız fena halde yanılıyorsunuz.


Tüm araştırmalar gösteriyor ki yunuslar doğal ortamlarından o havuzlara götürüldüklerinde sayısız travma yaşıyorlar. Herkese çok gösterişli gelen o senkronize hareketlerini ise sayısız koşullanma işkencesi ile öğreniyorlar. Kızgın demirlerin üzerinde dans etmesi öğretilen ayılardan hiçbir farkları yok.

Ölü balıkla besleniyorlar, açlıkla eğitiliyorlar. Ayrıca sakin olmaları için -o gülümseme sandığınız şey doğal duruşudur ama düşünün bambaşka küçücük bir ortamda aslında sürekli acı içinde- ilaçlar yutturuyorlar. Bir kısmı yemek yemeyi reddediyor ya da kendine zarar vererek ölümü seçiyor.

Sözde zihinsel engelli çocuklara iyi geldiği söylenen "Yunus Terapisi" umut tacirliğinden başka bir şey değildir. Bu terapinin iyileşme yolunda iyi geldiği iddiası tamamen bu işten para kazananlar tarafından yaratılmış bir efsanedir.


Lütfen bu insanlık ayıbına hayır deyin, lütfen Yunus Parkı ismi verilen işkence merkezlerine gitmeyin; çevrenizde gitmeyi düşünen arkadaşlarınıza ise işin gerçeği anlatarak gitmemelerini isteyin. Gerçeği bilmiyordunuz ama artık biliyorsunuz. Önemli olan da bundan sonra ne yapacağınız.

Aynı şey "sirk" denen yerler için de geçerli. Çocuklarınız hayvan sevgisini böyle öğrenmemeli. İnanın bir gün gerçeği öğrendiklerinde o eğlence onlar için güzel bir anı olmayacak.

En "gelişmiş" canlı diye geçinirken bir parça kürk için hayvanları katleden, bir saatlik eğlence için tutsak hayvanlara destek verenlerden olmayın.

Bu minvalde düzenlenen kampanyalara destek olabilirsiniz:

Yunuslara Özgürlük
Yunus Parkları Kapatılsın
Biletix Atlantis Sirki Protesto
Kaş Yunus Parkına Hayır

5 Şubat 2013 Salı

Life of Pi

İlk başta izlerken biraz sıkıldım. Ağır tempoya gelemem doğruya doğru.

Ama ikinci yarıda esasen de filmden bittikten sonra görüntüler aklımda kaldı. Düşünmeye başladım.

Life of Pi "az insan" içeren bir film. Hikayenin çoğunda baş karakterimiz Pi ve Richard Parker isimli bir kaplanla birlikteyiz.

Olağanüstü görüntüler izliyorsunuz. Özellikle gece sahneleri muhteşem.


Sonunda Pi'nin dediği gibi istediğiniz öyküyü seçebilirsiniz; ancak bu o kadar da önemli değil. Kaplan tanrı da olabilir, Pi'nin yansıması da.

Bir kazazedenin hayatta kalma mücadelesinden fazlası var Life of Pi'de. Bazen hayat da bir gemi kazasına benzeyebilir. Her şeyinizi kaybettiğinizi düşünebilirsiniz. Açık denizde hiçbir umut olmadan bir sonraki gün için yaşarsınız.

Ve karaya ulaştığınızda hayat devam eder. Bu mücadele epik bir hikaye olabilir aslında gerçeğin ta kendisi de.


Tüm heybetiyle ekranı dolduran Richard Parker -kaplan- bile bazen tüm gücünü yitirebiliyor ve o koskoca gövdesi erirken bir kedi kadar küçük ve sokulgan olabiliyor. Orada onu da hayatta tutan Pi oluyor. Ne kadar ondan "zayıf" görünse de, besin zincirinde onun için bir alt basamak olsa da.


Veda sahnesi. Bir tarafım benim de Pi gibi Richard Parker'ın gitmeden ona son kez bakmasını ya da yanına gelip başını sürtmesini istedi. Ama gerçekte olması gereken oldu. Parker "görevi" bitince ait olduğu yere döndü: Ormana. Veda bile etmeden.

Bazen vedalar böyle olmalı. Sessizce ve hiçbir şeysiz.

Film insana garip bir huzur veriyor, izlemenizi tavsiye ederim.


David Guetta 4 Mayısta İstanbul'da!

Akşam akşam keyfim yerine geldi. Love don't let me go'dan beri pek sevdiğim bayıla bayıla dinlediğim David Guetta 4 Mayıs'ta Maçka Küçükçiftlik Park'ta olacak.

Malumunuz kendisi son bombayı She Wolf ile patlatmıştı. Şarkının güzelliğinin yanı sıra muhteşem klibi de cabası. Buram buram "kadın gücü" kokan bu çalışmayı kaç kere izledim hatırlamıyorum.


Bilet fiyatları oldukça sağlam. Normal biletten buyururum diyorsanız 89 TL.

Öncesinde Suat Ateşdağlı ve Emrah İş sahnede olacak. 4 Mayıs kurtları döküp bol bol dans etmek için süper fırsat olacak.

Detaylar için Biletix.

Buyrunuz neymiş bu She Wolf derseniz:


Bir de nostalji yapalım Love don't let me go patlatalım:


4 Şubat 2013 Pazartesi

En iyi 10 Battlestar Galactica Bölümü

Öncelikle bu bir gönül meselesi. Hisli bir girişle başlayayım dedim zira az sonra ister istemez entele bağlayacağım.

Battlestar Galactica, açık ara hayatımda en sevdiğim görsel sanat ürünlerinden biri. En sevdiğim dizi demek gerçekten hafif kalıyor.

Bunun için sayısız sebep sayabilirim aslında. Muhteşem oyunculuklar, dizide aslında bir başrolün olmaması; yardımcı görünen karakterlerin bile hikayede çok önemli rollere sahip olması, öyle ki bir süre sonra o karakterlere empati kurabilmemiz, adeta gerçekten yaşanıyormuş gibi yaptıklarına sevinmemiz ya da kızmamız; her çağ ve her koşulda insanın doğasının değişmezliğini yansıtması ve bunu yaparken mitoloji, tarih, psikoloji ve bilimkurguyu muhteşem bir şekilde birleştirmesi ve pek tabii olağanüstü diziye özel bestelenen Bear McCreary imzalı müzikleri ilk aklıma gelenler.

Galactica'nın en güzel yanlarından biri griliğidir. Karakterlerimiz asla bembeyaz ya da simsiyah değildirler. Hepsinin hataları, zaafları ve kahramanlıkları vardır. Bundan ötürü de nefes alır, hissettirir.

O halde başlayalım:

1. Exodus: Part 2 / 20 Ekim 2006 - Sezon 3
Aslında birinciyi seçmek en kolayıydı. Bu bölüm bence açık ara BSG tarihinin en iyisi. 45 dakikaya inanılmaz bir kurtarma hikayesi, sayısız dram, sevinç, mücadele ve unutulmaz bir intihar dalışı sahnesini sığdırıyor.


İşgal altındaki New Caprica'dan kaçış; daha bölümün başında Saul Tigh'ın hayatında en sevdiği ve nefret ettiği şey olan karısıyla yaşadığı acı sonla sarsılıyoruz. Starbuck'ın Leobenle yüzleşmesi, direnişin amansız mücadelesi, Galactica'nın o inanılmaz dikey sıçrayışı, D'anna'nın "kaderi" ile buluşması ve tabii ki tüm umutlar tükenmişken beliren Pegasus'un unutulmaz son manevrası. Gemi Basestarlara doğru son kez uçarken o müthiş müzikle etkilenmemek mümkün mü?


Ve herşey biter, sayısız kayba rağmen işgalden halk kurtulmuş ve o an için  "mutlu son"a ulaşılmışken iki kareye tanık oluruz: Starbuck tam hayatının "anlamına" kavuşmuş haldeyken -öz kızı sandığı Kacey- bunun Leoben'in bir başka akıl oyunu çıkması ve "çocuğunu" ve herşeyini kaybetmesi ve Saul Tigh'ın "Herkesi kurtaramadım" diyerek Adama'ya sarılıp ağlaması. Ne denebilir ki, gerçekten unutulmaz bir bölüm.

William Adama: You did it. You brought 'em home. 
Colonel Tigh: Not all of them.

Soundtrack: Storming New Caprica & Refugees Return

2.  Unfinished Business / 1 Aralık 2006 - Sezon 3
Bölüm çok basit ve çok zor bir soruya cevap veriyor: Aşk nedir?

Cevap müthiş bir boks maçı metaforuyla geliyor. Aşk bir ringdeki mücadeledir. Karşılıklı ne yapmış olursan ol, ne kadar hata ve acı yaşarsan yaşa gene o ringe çıkıp hem hasmının ağzını kırmaya devam etmek hem de en sonunda gücün tükenince ona sarılıp "Özledim" demektir.


Hikayenin en çarpıcı ve çözümsüz aşk hikayesi olan Kara Thrace - Lee Adama ilişkisinin en şiddetli anına tanık oluyoruz. Ve bir süredir kanlı bıçaklı olan bu ikiliyi nelerin bu hale getirdiğini izliyoruz. Bölümde maçlarla birlikte ilerleyen flashbacklerle hikayenin anlatımı muhteşem. Bu bölüm için esasen "en durgun" BSG bölümü diyebiliriz zira ne uçan viperlar ne de cylonlar var; tamamen geçmiş şimdi muhasebesi ve kişilerin psikolojilerine odaklı bir bölüm.


Bunun yanında diğer maçlarda da New Caprica'da yaşanan pek çok olaya tanık oluyoruz. William Adama'nın ringe çıkması ve Galen Tyrol'den dayak yedikten sonra yüzü kanlar içinde verdiği mesaj da ayrıca etkileyici bir sahne. Gene de Kara'ın Lee'ye yaptığı acı "sürpriz" bu bölümdeki en çarpıcı an, o kesin.

Kara Thrace: I missed you.
Lee Adama: I missed you, too.

Soundtrack: Violence & Variations

3.  Crossroads: Part 2 / 25 Mayıs 2007 - Sezon 3
Gerçekten BSG'nin 3. sezonu bir başka. Filler bölüm çok az ve gerçekten neredeyse her bölümü ayrı bir özel. Nitekim ilk ilk üçü de üçüncü sezon bölümleri oluşturdu. Ama şu bölüme bakarsanız haksız mıyım?


Uzun süredir beklediğimiz Final Five gizemi bu bölümde çözülüyor. Uyuyan "eski" cylonları uyandıran şeyin müzik olması -hem de ne müzik- zaten müthiş bir detay. (Hem de ne müzik! Dizinin son anına bile damgasını vuracak nitekim) Son beşlinin dört üyesinin toplanmasından sonra kimlikleri hakkında şüphe içinde olmalarına karşın Saul Tigh'ın insanların tarafında savaşacağına dair müthiş konuşması yeter zaten. (Bu diziyi çok sevme sebeplerimden biri bu, dizide en zayıf ve duygusal karakterlerden biri olmasına karşın Tigh kimi zaman en cesur ve doğru eylemlerde de bulunabilmiş bir adamdı)


Lee Adama'nın "gerçek gücünü "lk kez ortaya koyduğu Baltar savunması da bilimkurgu tarihine geçecek güzellikte bir tiraddı. Ve son olarak gerçek amacını sonunda bulup kaybolan Kara Thrace'in "All along the Watchtower" ile dönüşü, ve Lee'ye söylediği ilk sözler, Dünya'ya zoom; of be ne andı hakikaten!

Kara Thrace: “Hello, Lee. It's really me. It's okay. I've been to earth and I'm going to take us there."

Soundtrack: Heeding the Call & All Along the Watchtower

4.  Kobol Last Gleaming: Part 1& 2 / 17-24 Ocak 2005 - Sezon 1
İlk sezon finali. Zaten BSG sezon finalleri her daim çarpıcıdır. Ancak şaşırma hissi derseniz ilk sezondaki acı "sürpriz"i geçen bir an yok benim için. Uzun süredir kim olduğunu bilmeyen ve akıl sağlığını kaybeden Boomer'ın sonunda gerçeği öğrenmesi; ve görevini başarıyla tamamladıktan sonra Adama'nın yanına gittiğinde birden programı gereği onu göğsünden vurması gerçekten şok edici bir sahne. CIC'de kanlar içinde yatan Adama görüntüsü hepimizin yüreğini sızlatmıştır.


Boomer karakteri malum dizideki en bela cylonlardan biri. 8'lerden ayrı oy kullanıp iç savaş çıkartması dahi buna örnek. Ama esasen kendisi tek arzusu aşık olduğu Galen Tyrol ile (aslında kan çekmiş ama o sıra kimse gerçeği bilmiyordu) mutlu dünyevi bir hayat yaşamak olan bir kadındı, bu da bir gerçek. En nihayetinde uyuyan ölümcül bir ajan olması ve tabii sonrasında yaşanan olaylarla kişiliğinin değişmesi ve yaptıkları; finalde onu neredeyse nefret edilen bir karaktere dönüştürüyor.


Odak tek Boomer ve Adama değil; antik gezegen Kobol'u görüyoruz ve meşhur opera binasındaki görüntü ve kehanetleri de ilk kez duyuyoruz. Yaratılan mistik atmosfer de ayrıca etkileyici. Starbuck Roslin'in kehanetine inanmış ve Caprica'da Apollo'nun okunu alma peşinde. Ancak rolleri değiştirdiklerine bu sefer Roslin'in  Starbuck'a inanmaması ve hatta onu öldürmeye çalışması bu kadını neden asla sevmediğimin bir kanıtı daha oluyor.

Soundtrack: Kobol's Last Gleaming

5.  Revelations / 13 Haziran 2008 - Sezon 4
Sırf sizi de tıpkı karakterler gibi derin bir sessizliğe büründüren son kareleri bile yeterli bu bölümü listeye almam için. Tüm hikayenin temelini oluşturan Dünya'yı bulma hikayesi bu bölüm "nihayete" eriyor. Ve dünya hiç de hayal ettiğimiz bir yer değil. Binlerce yıl önce nükleer savaşla harap olmuş ölü bir gezegen.


Öncesinde de tansiyonu çok yüksek olaylar karşımıza çıkıyor. Ölümden dönen Starbuck'ın gizemli viperından gelen sinyal Galen ve Sam'in son ana kadar bu sinyali bulmak için uğraşmaları. Ancak Cylonlar ve İnsanlar arasındaki gerginlik savaşa doğru gidince Saul Tigh'in cylon olduğu gerçeğini itiraf edip kendini yem olarak kullanmasını Adama'dan istemesi zaten başlı başlına bu ikili tarihinde bir dönüm noktası. Artık yaşadığı olaylar sonucunda kontrolü kaybeden Adama'nın oğlunun kollarında ağlayışı ayrıca iç burkan bir sahne.


Lee Adama'nın da ilk kez gerçek bir lider olduğu bölüm de bence bu. Baltar'ın mahkemesinden gerçekleştirdiği kişisel gelişimin sonucunu görüyoruz. İnsan-Cylon ateşkesinin mimarı oluyor kontrollü ve yapıcı tavırlarıyla. Derken o gizemli sinyalin bulunuşu veee mutlu son... Değil.

Laura Roslin:  "Earth..."

6.  The Oath / Blood on Scales / 30 Ocak & 6 Şubat 2009 - Sezon 4
İnanılmaz yüksek tempolu bir ikili bölüm. Cylonlarla ittirak yapan Adama ve Roslin'i onaylamayan idealist Gaeta Tom Zarek ile birleşir ve darbe yapmaya karar verir. Ancak Zarek'te Gaeta'nın idealizmi ne de cesareti vardır. Ancak kim suçlu derseniz, gerçekten cevap vermek imkansız. Sadece şu kesin ki Zarek özgürlük kısvesi altında kan dökmeye ve sözde eşitlik adı altına konuşurken diktayı herkesten çok seven bir karakterdi. Şahsen Helo'nun duruşunu bin kere yeğlerim.


Quorum of Twelve'in katledilmesi, isyan sırasında askeriyenin ikiye bölünüşü; Galen ile darbe ekibindeki arkadaşının müthiş diyalogları, Starbuck'ın sinek gibi adam vurduğu sahneler ve Lee ile tekrar "takım" olması ilk aklıma gelen çarpıcı kareler.


Ancak asıl elbette unutulmaz olan Cylon Baseship'te bulunan Roslin'in Adama ve Tigh'ın sahte ölüm haberlerini aldıktan sonraki müthiş meydan okuması (kadına sempati duyduğum nadir anlardan biriydi bu kesinlikle, çok etkileyici), pek tabii Adama ve Tigh'ın omuz omuza çarpışması (hangimiz duygulanmadık gaza gelmedik o sahnede); son olarak pek tabii Zarek ve Gaeta'nın idamı. Ve sonunda "kaşıntı geçti".

William Adama:  "It's been an honor to serve with you, my friend."

7.  Dirty Hands / 25 Şubat 2007 - Sezon 3
Açıkça söylemem gerekir ki yedinci sırada olmasına karşın benim için "gönüllerin birincisi" olan bölüm bu. Hayatımda bu kadar gaza geldiğim çok az şey izlemişimdir. Yakıt gemisinde çok ağır koşullarda çalışan işçiler arasında huzursuzluk başlayınca gene onların arasından gelen Galen Tyrol "yatıştırıcı" olarak gönderilir. Ancak koşullar iyileşmez aksine onların tüm talepleri de savaş gerekçesiyle reddedilir.


Ve sonunda Galen Adama'nın elçisi olmayı bırakıp grevin lideri olur. Sırf şalteri indirip grev ilan ettiği an bile zaten kafanızın içini bir Manowar konserine çevirmeye yeterli. (Cidden hayatımda izleyip de en gaza geldiğim şeylerden biri olabilir bu) Bu arada dikkatini çekmiştir Caprica'da direniş ekibi olsun, burada Galen olsun - Caprica'da da sendikanın başındaydı nitekim- insanlar içinde direnişleri örgütleyenler de hep Final Five üyeleri oluyor.


Bölümün sonunda yönetim de onların taleplerini dinleyip yapıcı tavır takınsalar da gönül isterdi ki bu bölüm çiftli olsun, isyan hemen bitmesin ve sınıf ayrımı işini biraz daha deşelim. Unutmamak lazım ki "hain" Baltar'ın da çiftçi kökeni ve yazdığı kitap da önemli bir tetik oluyor. Ki dizide zaten belli kolonilerin daha "elit" ve "güçlü" olduğunu; belli kolonilerin ise fakir ve kendi tabularına sığınmış halde olduğunu görüyoruz. Meslekler arası dağılımlarda bile aslında hangi gezegenden geldiğiniz önem taşıyor. Tıpkı maalesef gerçek hayatta olduğu gibi.

Galen Tyrol:  "This Plant is offline. We're on strike!"

Soundtrack: Dirty Hands

8.  33 / 1 Ocak 2005 - Sezon 1
İlk sezonun ilk bölümü. Psikolojik açıdan çok zorlayıcı bir hikaye. 33 dakikada bir Cylonlar tarafından pusuya düşürülen filo 237 sıçramadan beri uyumadan hayatta kalmaya çalışıyor. Herkes çok uykusuz, çok yorgun, çok korkulu ve tam anlamıyla "uyursan ölürsün" durumundayız.


Bir kaç gün önce sıcak yataklarında hayatına devam eden insanların birden en ağır koşullara nasıl adapte olduğunu -olamadığını- çarpıcı bir şekilde yansıtmasıyla önemli bir bölüm olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Cylon tehdidi ve paranoyası yüzünden içinde binden fazla sivilin olduğu Olympic Carrier gemisinin yok edilişi de önemli bir konu. Bir Cylon yemi gibi görünen bu geminin kaderine Adamalar karar veriyor - yok ediliş- ve malum asla o geminin içinde ne olduğunu bilemeyecekler. Çoktan Cylonlar tarafından sivilleri öldürülmüş boş bir gemi mi? Yoksa kendi savunucuları tarafından katledilen insanlar mı?

9.  Sometimes A Great Notion / 16 Ocak 2009 - Sezon 4
Revelations sonrası aylarca beklemiştik ve arkadaşımın evinde neredeyse maç izler gibi izlemiştim bu bölümü. O gün evde olanlar bölüm ilerledikçe nasıl kafayı yediğimi hatırlar. (Sonradan bir tanesi de BSG sever oldu zaten) Kafayı yemekte haklıydım çünkü en başta teorilerimin bir kısmı doğru çıkmıştı. 0:) Asıl önemlisi On Üçüncü koloni hakkında çarpıcı bilgiler alıyor, ayrıca Final Five'ın geçmişlerinden kesitlere tanık oluyorduk. Bitti mi tabii ki bitmedi!


Starbuck'ın kendi cesedini bulması ve hikayenin başından beri yanında olan Leoben'in bile ondan kaçması, Dualla'nın en realist filmde bile zor görülecek anilikte gerçekleşen intiharı, On Üçüncü Koloninin Cylon çıkması, halkın kurtarıcısı olarak "görevinde" başarısız olup tüm inancını kaybeden Roslin ve bölümün son sahnelerinde Final Five'ın son üyesiyle tanışmamız. Ve tabii ki tüm kontrolünü kaybeden Adama ile Tigh'ın müthiş diyalogu. (Bu ikili her daim şiir gibi oynadı zaten, öyle ki oynadı derken bile ayıp ediyormuşum gibi hissediyorum) Daha ne olsun ki... Gene de Ellen Tigh benim için bir düş kırıklığıydı.


Döngü konusunda da son derece dramatik bir hikaye ile karşılaşıyoruz. İnsanların yol gösterici olarak bellediği efsanevi On Üçüncü Koloni Kobol'da üretilip bağımsızlığı seçen Cylon halkı. Ancak onların sonunu da kendi Centurionları getiriyor. Bu da hikayenin meşhur mottosu "All has happened before, it will happen again" ile örtüşüyor. Nitekim dizi finalinde umutlu bir diyalog geçse de robot görselleri ve orijinal All Along the Watchtower ile piyango size de çıkabilir mesajını vermeden de durmamıştı Ronald D. Moore. Haklı da. Boşuna Asimovlar yazmadı, ya da Terminatörler çekilmedi bana göre. Konuya dönüp genel toplamda bakarsak BSG'nin en sürprizlerle dolu ve izlemekten en keyif aldığım bölümlerinden biri.

Saul Tigh:  "Ellen, you are the fifth!"

10.  Lay Down Your Burdens: Part 2 / 10 Mart 2006 - Sezon 2
Devam ediyoruz. BSG'nin aştığı noktalardan biri de sezon finalleri. Bu sefer de ikinci sezonun sonundayız. Roslin ve Baltar arasında geçen seçim mücadelesi Adama'nın idealistliği ile birleşince Baltar On İki Koloni Başkanı olur. Üstelik kendisinin dahi yaşanamayacağını düşündüğü bir gezegende yerleşik hayat vaadi vererek.


Seçim döneminde geçen süreç tüm ümitleri tükenen insanları küçük vaatlerle bile nasıl kendi amacınıza hizmet ettirebileceğinizi çok iyi anlatıyor. Tüm filo New Caprica denen gezegene yerleşiyor büyük hayallerle: Yerleşik, kovalamacasız ve mutlu bir hayat. Ve her şey umutlu bir şekilde başlamışken Baltar'In sevgili Six'ine "aşkının kanıtı" olarak bir atom bombası göndermiş olmasından ötürü hem binlerce insanın ölümüne gene vesile oluyor ve üstelik Cylonlar gezegeni işgal ediyor. Tokat gibi bir final.

Gaius Baltar:  "On behalf of the people of the Twelve Colonies, I surrender.

Soundtrack: One Year Later


Mansiyon: Daybreak: Part II / 20 Mayıs 2009 - Sezon 4
Ve efsanenin son bölümü. Tamam tam da hayal ettiğim bir finalle bitmedi BSG. Starbuck'ın "puf" diye kaybolması, "Melek" muhabbetleri maalesef her müthiş bilimkurgunun en sonunda mistizme bağlanması lanetinin bir parçasıydı.


Gene de her şeye rağmen finali de bu yazıya dahil etmek istiyorum, sırf bir kaç sahnesi bile bunun için yeterli zira. Opera House vizyonu beklediğimizden çok "sade" bir olayı anlatıyordu, hoşuma gitmişti. "Frakkin' Music"in aslında herşeyi anahtarı olması, son kör sıçrama... Ve Dünya.


Diziyi neden bu kadar sevdiğimizi anlatmak içi sırf Adama ve Roslin'in son sahneleri bile yeterli aslında. İnanılmaz müzik eşliğinde Roslin'in dünyaya son bakışı ve Adama'nın sevdiği kadına son sözleri. Kara Thrace ile Lee Adama'nın son konuşması. (İnsan Tigh ile Adama'yı da vedalaştırır orası olmadı işte) Derken müthiş son dakikalar: Günümüz dünyası ve her şeyin kilidi olan müziğin "orijinali". Jimi Hendrix'in insan olmadığını zaten biliyorduk.

Number Six: "Let a complex systemrepeat itself long enough, eventually something surprising might occur."

Soundtrack: Kara's Coordinates & So Much Life

Düşündüm de bazı arkadaşlarım diziye yeni başlıyorlar, gerçekten süper bir his. Sevgili Galactica yazımın sonuna gelirken sana "Yerine Sevemem" isimli parçayı armağan ediyor ve diyorum ki:

"SO SAY WE ALL!"

2 Şubat 2013 Cumartesi

Kek Hikayeleri

Tabii ya sadece filmler ve kitaplar nereye kadar. Bir süredir pek sevdiğim bir hobi edindim kendime: Kek yapmak.

Küçük ve sevimli oldukları için muffin yapmayı özellikle seviyorum. Siz de benim gibi acemiyseniz önce hazır kek karışımlarıyla başlayabilirsiniz. Dr. Oetker'inki güzel, tavsiye ederim.


Haliyle denemeler sırasında bazı "komplikasyonlar" ile karşılaşabiliyorsunuz, bunlar sonucunda öğrendiklerim:

- Malzemeye kıyamayıp muffin kağıtlarını asla tepeleme doldurmayın. Çok kabarırlar ve böylece kekler hem şekilsiz olur hem de dökülürler. Kağıdın yarısını biraz geçmek yeterli. Eğer fazla malzemeniz kaldıysa bir kağıt daha kullanın tarifte 12 adet diyor diye illa 12 tane yapmanız gerekmez.

- "Kekim pişti mi" sorusuna cevap bulmanın en basit yolu kürdan testi. Pişirme sürenizin sonuna geldiğinizde (yaklaşık 20 dk) bir kürdanı keklerden birine batırın. Eğer kürdan temiz çıktıysa Muffinleri fırından çıkartabilirsiniz.

- Tarifinize benmari usulu erimiş çikolata* ya da nutella vb gibi likit bir ek yapacaksanız şunu unutmayın ki asla tam katılaşmayacaktır. Bu sebepten kürdanınız da çikolata izleri olabilir bu pişmediği anlamına gelmez.
* Benmari usulu: Bir kaba çikolatanızı koyun, bu kabı da kaynar suyun içine oturtun. Yavaş yavaş çikolata eriyecektir.

- Üstleri daha çıtır olsun istiyorsanız keklerin üzerine incecik yağ sürebilirsiniz.

-  Hazır kek tariflerinde karışım için su konması tavsiye edilir, aynı oranda süt koymayı deneyin çok daha lezzetli oluyor. Normal hamurda da mutlaka biraz süt ekliyorum.

- Normal hamur hazırlarken kuru malzemeleri ayrı, sıvı malzemeleri ayrı karıştırın ve en son birbirine ekleyin. Ve mutlaka aynı yöne doğru karıştırın. Böylece kek hamuru homojen olacak ve her yanı eşit pişecektir.

- Damla çikolata, fındık, ceviz vb gibi süslemeleri hamurun içine karıştırmayın. Fırına atmadan en son eşit oranda keklerinizin üzerine serpin.


Hazır hamurla kıvamı tutturmayı başardığınızda çekinmeyin ve hamuru kendiniz hazırlamayı deneyin. :)

Bu tarifi internetten buldum ve denedim, oldukça lezzetli oldu. Bu baz muffin hamuru tarifi. İçine çikolata, ceviz, portakal kabuğu vb gibi aklınıza gelen her şeyi koyup değişik tatlar yaratabilirsiniz.

Tarifin bulunduğu adrese buradan ulaşabilirsiniz. Takip ettiğim bir blog, bir çok güzel tarif var.

Baz Muffin Hamuru Tarifi: (12 adet) 
Pişirme Süresi: 20 dk

  • 250 gr. un (8 yemek kaşığı tepeleme un)
  • 150 gr. toz şeker (1 su bardağı)
  • 2 yumurta
  • 3 çay kaşığı kabartma tozu
  • 1 paket vanilya
  • 100 ml. sıvı yağ (1 kahve fincanından biraz fazla)
  • 150 ml. yoğurt (1 su bardağı)
  • Muffin kek kalıbı 
Hindistan cevizli muffin yapmak için: 50 gr. hindistancevizi
Tarçın ve üzümlü muffin yapmak için: 2 çay kaşığı toz tarçın ve 75 gr. kuru üzüm
Çikolata parçacıklı muffin yapmak için: 100 gr. damla çikolata
Çikolatalı hamur yapmak için: Yarım paket istediğinize göre sütlü/bitter çikolatayı eritip hamura ekleyin. Daha güçlü bir tat istiyorsanız kakao da kullanabilirsiniz. Daha yoğun çikolata tadı için 0,75 paket kullanın.


1 Şubat 2013 Cuma

Depeche Mode: Cennete dönüş

Görünen o ki, bir süre sadece bu parçayı dinleyeceğim.

Yeni albümden gelen ilk single: Heaven. DM gene bombayı patlatmış. Hem karanlık hem aydınlık, müthiş bir balad. SOFAD'ın puslu havası olsa da daha farklı.

Ve klip. Ağaç. Grup. Maskeler. Dave'in seksi giysileri ya da Martin'in kanatları yok. Kırlaşmış sakalları ile Dave Gahan, makyajsız deri ceketiyle de Martin L. Gore var. Grubun en "insani" göründüğü video bu esasen.


Ondan ötürü de biraz buruk. Çeşitli klip ve konser görüntülerinde iç çekip baktığımız "ilah"ı ve zamanın etkilerini görüyoruz. Yıllar geçiyor ve artık onlar posterdeki genç çocuklar değiller. Belki de bunu en iyi hissettiren klipleri bu olmuş.

Şu da aşikar ki hiçbirine özel bir makyaj ya da filtre kullanılmamış. Martin'i özellikle bu kadar "normal" görmeyi bekler miydiniz? Belli ki DM neysek oyuz demeyi seçmiş, zamanın izlerini saklamamış.


İdoller de hepimiz gibi yolculuklarına devam ediyor. Bunu bilsek de onların değişimleri nedense bazen daha buruk daha şaşırtıcı geliyor.

Parçaya dönersek, Martin'in geri vokalleri gene muhteşem. Gene insanın içine işliyor. Umarım albümün devamı da böyle güzel olur. Sounds of Universe pek açmamıştı beni ama bundan gayet umutluyum. Yeni albüm Delta Machine 25 Mart'ta piyasada. Klibine buradan ulaşabilirsiniz, bu da sözleri:

Sometimes i slide away, silently
I slowly lose myself, over and over
Take comfort in my skin, endlessly
Surrender to my will, forever and ever
I dissolve in trust
I will sing with joy
I will end up dust
I’m in heaven…

I stand in golden rays, radiantly
I burn a fire of love, over and over
Reflecting endless light, relentlessly
I have embraced the flame, forever and ever
I will scream the word
Jumping to the void
I will guide the world
Up to heaven…