28 Ağustos 2014 Perşembe

En iyi 10 Iron Maiden Parçası

Geçen sabah pek sevgili bir arkadaşla işe giderken yolda sesi bangır bangır açıp Maiden dinledik. O sabahtan beri virüs gene uyandı, pek de uyumaz ya.

90'larda karışık kaset yapmaya çalışırken bir kasede ancak en sevdiğiniz parçaların yarısını doldurmayı başardığınız gruba en sevdiğiniz grup denir. Mevzu metal olunca da haliyle Maiden bu ünvana sahip benim için, neden?

Çünkü bu bir gönül meselesi.

10 Parça yetmeyeceğinden muhtemelen bir yedek listem daha olacak. Ama zorlayalım bakalım benim ilk 10'um nasıl oluyormuş?



1 - The Evil That Men Do

Sözleriyle, Adrian'ın o inanılmaz solosuyla herşeyiyle mükemmel. 1 numarayı seçmek için çok düşündüm ama gene de tatava yapmadan yazıp geçiyorum.


2- Stranger in a Strange Land
Adrian Smith'in attığı hatta Maiden tarihinin en hisli en David Gilmour solosunu içerdiği için pek özel, pek güzel.


3- 22 Acacia Avenue
Çok ayrı bir şey bu. O kapanışındaki solo, ortasındaki solo, Bruce'un vokali. Anlayamazsınız.


4- Killers
Hayatımda dinlediğim ilk Maiden parçası olduğu için belki de özel ama o haşinlik, o gaz kaç şeyde var allasen. Başında bir de The Ides of March da olmalı tabii ki.


5- The Clansman
Virtual XI çıktığında tek dileğim bu parçayı Bruce'un söylemesiydi. Hayaldi, gerçek oldu. Rock in Rio versiyonu çıldırtır.


6- Aces High
Runnn liveee to flyyy, flyyy tooo liveee demek istiyorum sadece.




7- Rime of the Ancient Mariner
Epik. Destan. Steve Harris şaheseri. Ve tabii ki Live After Death versiyonu.



8. Wasted Years
And realize you're living in the golden years!


9. The Trooper
Yazmadan olmaz tabii ki, Dream Theater bir konserinde bunu çaldığında kalabalığın kendi parçalarından fazla çıldırdığını görünce hafif alınmıştı.



10. 2 Minutes to Midnight
En karizma Maiden parçalarından biri kanaatimce. Adrian'ın rocker ruhu dışarı taşmış.



Eh tabii ki kesmedi, o zaman devam edelim. İkinci liste devam.

11. Dream of Mirrors
Yeni dönemin en güzel parçası benim için. Sözleriyle, Infinite Dreams'in devamı olmasıyla.



12. Infinite Dreams
İkisini yanyana koymasam olmazdı.



13. Fear of the Dark
Eh, haliyle listede olacak!


14. Run to the Hills
Ben bu listeyi yirmi şarkıyla da bitiremeyeceğim galiba.


15. Flight of Icarus
Bunun da yeri ayrıdır. Ayrıca klipteki o beyinle takılan eleman Nicko.


16. Revelations
Balad tadında, şiir gibi. Hele bir de Live After Death olursa. Los Angeles can you feel it?


17. The Number of the Beast
Six six six demeden olmaz tabii ki.


18. Blood Brothers
Gene pek lirik, pek duygulu, pek etkili bir yeni dönem klasiği.


19. Alexander the Great
Sırf o ortadaki efsanevi bölüm ve solo yeter. Hiç canlı çalmamaya inat edebilirsiniz Maiden üyeleri ama çaldığınız gün ben orada olacağım.


20. Afraid to Shoot Strangers
Janick Gers'in hayatında attığı en güzel solo. Net.


25 Ağustos 2014 Pazartesi

Her

Robotsever bir insanım. Hani n sene içinde robotlarla savaşacağımıza falan inancım tam. Ama gene de seviyorum onları. Ne demişler, savaşma seviş. Bu mana dolu girişten sonra filme döneyim en iyisi.

James Cameron'un heykelini dikeceksiniz ileride. Asimov'un da olabilir, neyse tamam.

Bu kadar robot dememe karşın film robotlar hakkında falan değil. Çok gelişmiş, hatta karakter sahibi bir yapay zeka ve bir adamın aşk hikayesi diye özetleyebiliriz. Yok özetleyemeyiz.


Joaquin Phoenix, ki kendisini sırtlan suratlı roma imparatoru Commodus'u canlandırdığından beri severim, filmin çoğunda tek başına olmasına karşın şahane bir oyunculuk sergiliyor. Diğer başrolümüz ise sadece sesiyle Scarlett Johannson. (Bu ara resmen overdose oldum onu izlemekten) Bundan sonrası spoiler.

Artık insanların sevdiklerine bile mektup yazmak için birilerinden hizmet aldığı, tamamen telefon ve türevlerine gömülmüş bir dünyadayız. Çok da uzak bir gelecek değil üstelik. Aynı konuyu Black Mirror çok çarpıcı bir şekilde iki sezondur yansıtıyor. Bu temanın çok daha sert bir versiyonunu S02E01 Be Right Back isimli bölümde bulabilirsiniz. Daha geyiğini istiyorsanız da The Big Bang Theory'de Raj ile Siri'nin hikayesi de olur.


Theodore (JP) kendini belki ötekileştirmesinden ötürü sevdiği karısını kaybetmiş bir adam. Öyle ki bir sene boyunca evliliklerinin ipini kesecek imzayı atamıyor. İşte bu boşluk döneminde akıllı işletim sistemi Samantha'yı satın alıyor.

Samantha'nın aşırı gerçek kişiliği izleyiciye abartılı gelebilir insana ama aslında iki karakterin yaşadığı ilişki bir yandan da ICQ, MSN türevlerinde yaşanan uzak mesafe ilişkilerinden farksız değil. Birbirini görmeyen ve dokunamayan iki insanın birbirine aşık olması. İmkansız mı? Değil.

Ancak önemli bir detay da var bana göre Samantha bir işletim sistemi, ve giderek kişilik kazanıyor. Değişiyor. En sonunda 641 ayrı kişiye aşık olup Theo ile konuşurken başka bir sürü işi de yapıyor. Bunun için illa bilgisayar olmak gerekli mi? Biriyle birlikteyken başka "yeni" biri ile heyecanla konuşan insanlar hiç mi yok dünyada?


Filmin başında Samantha daha kıskanan tarafken zamanla bu değişiyor. Kendisinin başka bir felsefi işletim sistemi Alan ile diyalogları sırasında Theo'nun suratında kızgınlık ve yetersizliği görmek mümkün. Tıpkı daha "güçlü" bir rakibi görmek gibi.

Filmin diğer bir dilemması kendisini bu kadar soyutlarken Theo'nun aslında insanları ağlatacak ya da güldürecek kadar kalplerine dokunan yazılara yazabilecek derinlikte bir insan olması.

Hikaye ilerledikçe başka insanların da işletim sistemleriyle birlikteliğini görüyoruz. Aslında işin aslı çok belli. Herkes onu anlayabilen bir insan istiyor hayatında, tam olmasa da ne kadar çok olursa. Öyle ki bunun için o kişinin bir insan olmasına dahi gerek yok. Hatta olmasa daha mı iyi? Sinirlenince format C:\ yapmak sanki daha kolay. Olmadığını Samantha'nın bir kaç dakikalığına offline olduğunda Theo'nun paniğinden görüyoruz.


Velhasıl insan ırkının belki de en çok istediği şey, anlaşılabilmek, yalnız olmadığını hissetmek.

Bu kadar temel ihtiyaçlarımız varken neden bu his genelde kazanılamaz işte her daim merak edilecek soru bu.

Şu anda kompleks AI'ler olmasa da özel arkadaşlar servisleri mevcut. İlgi alanlarınız, hayat görüşünüz, istediğiniz tarz vb gibi bilgilerle muazzam paralarla özel eğitilmiş kişilerle bir haftasonluğuna real girl/boyfriend experience satın alabiliyor insanlar. Tıpkı Samantha gibi.


Bu tür şeyler hiç de uzak gelmiyor bana, aslında yazılabilecek çok şey var konu hakkında. Giderek herkesin kendine döneceği aşırı bireysel bir dünyaya doğru gidemeden Ebola ya da Göktaşı vb ile ayvayı yer miyiz, yoksa telefonlarına yapışarak radyasyondan yeni yeşil boynuzlar mı çıkarırız bilmiyorum.

Ama bu filmin üzerine bir kaç bölüm Battlestar Galactica izleyesi geliyor insanın doğruya doğru.

Güzel filmdi.

"I think anybody who falls in love is a freak. It's a crazy thing to do. It's kind of like a form of socially acceptable insanity."




24 Ağustos 2014 Pazar

Doctor Who 8. Sezon

Ve beklenen an geldi çattı Whovian'lar. Dün itibariyle yeni sezona başladık.

Doğruya doğru özellikle son bir kaç senedir dizinin o absürd halini oldukça özlüyorum. Cyberman vs Dalek gibi saçma ve müthiş diyaloglar, Donna Noble tarzında companionlar. Seri giderek epikleşiyor malumunuz.

Rings of Akheten tiradı gibi sahnelerde gözler doluyor mu evet ama eski sezonların o havasını da arıyorum. Neticede epik bir çok yapım var, absürdlük ve kimi zaman retroluğuyla DW ayrılıyor diğerlerinden.


Genelde yeni doktoru yadırgama konusu sıkça olur seyircide, ben de dahil. Ancak Musketeers'daki süper performansından mıdır bilemiyorum Peter Capaldi ilk an itibariyle kafamda oturmuştu, bu bölümde de yanılmadığımı anladım.

Gelelim "ancak" kısmına. İzleyen herkesin dile getirdiği gibi çok "normal" bir açılış izledik. Belki de The Eleventh Hour gibi bir giriş bekliyorduk. Olmadı. Kendi adıma bölümü heyecanla izleyememin en temel sebebi belli: Clara. Pek tabii spoiler kısmı başlıyor.


Bölüm içinde öyle bir an geldi ki artık dizi Clara Who'ya dönecek gibi geldi. Anlamsız mıymıy diyalogları olsun, yeni doktora verdiği saçmasapan tepkilerle gözüm scroll tuşuna gitmedi değil. Hakikaten ilk baştan beri ısınamadığım bir karakter ama giderek daha çok sıkıyor. Adam yeni rejenere olmuş kafayı yiyor, "Gülme ben sana ne zaman güleceğini söylerim" falan nedir yahu. Birazdan "çekemeyen anten taksın" diyecek sandım. Ya da "lafına bakarım laf mı diye doktoruna bakarım adam mı diye" de olabilir.

Diziden ayrılacak diyorlar Chrismas Special sonrasında, umarım öyle de olur. Moffat bu karakteri iyi yaratamadı. Rose Tyler, Donna gibi companionları arıyor insan.

Yeni River Song'umsu karakter de aşırı teatral ve garipti. Bir kaç saniye gördüğümüzden önyargı yapmayacağım şimdilik.


Bir de doktorun yaşlılığına çok takmışlar kafayı. İlk serileri bilmiyor musunuz? Boyband üyesi doktor bitti özetle. Tamam David Tennant diye bir gerçek var, ama artık diyalogların bu konuda uzamasından Capaldi için üzülmeye başlayacaktım neredeyse.

Mesaj verildiği gibi daha "soğuk", daha insan olmadığının bilincinde, karanlık bir doktor izleyeceğiz. Bölümde çok ilginç bir şey yok esasen, gelecek bölümlerde kısmında Dalek sesi duymak iyi geldi.

Daha ısınamayanlara kocaman bir sürpriz de son sahnede geliyor. Matt Smith'i görmek güzeldi.

Umarım The Day of the Doctor gibi heyecan uyandıran bölümler izleriz, ancak ilk bölüm bende pek bir etki uyandırmadı. Hoş o bölüm de bir çeşit cheatli oyun gibi. Gene de Dalek kına gecesi videosu olsa tüm bölüm gene izlerim bir şekilde. (Baya ilginç bir bölüm de olur aslında)

Bekleyelim ve görelim.


23 Ağustos 2014 Cumartesi

Tyrant

Bu yılın en dikkat çekici yapımlarından biri benim için. Tüm detaylarıyla adeta bir karışık kumpir olarak tasarlanmış hayali ortadoğu ülkesi Abuddin'de geçen güç savaşları odaklı dizide tanıdık pek çok olayı izlemek mümkün.


Ülkeyi yirmi yıldır dikta ile yöneten Baba Al-Fayeed'in ölümüyle yerine küçük oğlu Jamal geçer. O günlerde yıllardır ülkesinden pek çok sebepten uzaklaşıp bilindik amerikan bir hayat süren büyük oğul Bassam da o sırada oradadır ve başta gönülsüzce burada bir yüzleşme içindeyken en sonunda kendini güç savaşının tam içinde bulur. Yurtdışında yaşayan medeni doktor imgesi haliyle Beşer Esad'dan alınmış. Kökeninden kopmak isteyen Bassam adını Barry olarak dahi değiştirir. Bassam'ın yabancı annesi ve renkli gözleri ise Ürdün Kralı Abdullah'ı hatırlatıyor.


Diğer tarafta ise ülkeyi aslında pek yönetmek istemeyen ama bir yandan iş başa düştüğü için geri çekilmek de istemeyen psikopatlık ile çocuk ruhluluk arasında kalmış küçük kardeş Jamal var. Bazı tavırları Saddam'ın psikopat oğlu Uday'ı çağrıştırıyor.

Dikta yüzünden halk ayaklanmaları, amerikanın elinin sürekli ülkenin üzerinde olması, cuntacı ordunun başındaki sadist amca, Barry'nin demokrasi sevdası -hikayenin gidişatına göre tam bir Amerikan stili "demokrasi" getirmeye doğru gidebilir- ve giderek içinde artan iktidar hırsı ile hem tanıdık hem de ilgi çekici olaylar izliyoruz.


Beni en etkileyen sahneyi paylaşayım. Halk dikta rejimini ve on küsur sene önce uygulanmış kimyasal soykırımı prostesto ederken aralarından bir şehit seçilir. Bir adam meydana çıkar ve kendini canlı canlı ateşe verir. O sırada adam yanarken bir yandan yeni diktatör Jamal ve babasının propaganda afişlerini asan bir baba oğulun diyalogları aslında hem çok acı hem de çok tanıdık: (aşağı yukarı şöyleydi)

- Orada bir insan yanıyor baba, yardım edelim
- Kafanı dön ve işini yap. Bu işi sana bulmak için neler çektim. Paraya ihtiyacımız var, en ufak bir şekilde ilgimiz olduğunu düşünürlerse bunu da kaybederiz. Arkanı dön ve işini yap.


Adam orada cayır cayır yanarken baba oğul diktatörün posterlerini asmaya devam ederler. Tıpkı ülkemizde "düşük faizli kredi" politikası ve kredi kartlarıyla boylarını kat be kat aşan borçların altında kalmış ve o borçlarını ödeyememe korkusu ile işini kaybetmemek için şu anki sistemi destekleyenler gibi. Kredi borçlarını ödemek için yüzlerce kişi ihmalden ölse de "çarem yok, borcum var gene madene gireceğim" diyen işçiler gibi.

Suni bir refah çağrısı ile onlarca yıl borç bağımlısı olan insanlara en ağır koşullara, tüm adaletsizliklere rağmen "buna da şükür" demesi sağlanıyor. Bu suni refah balonu ne zaman patlar o da ayrı bir yazı konusu.

Diziye tekrar dönersek çekimleri İstanbul'a alındı. İzlerken tanıdık yerler görmeniz mümkün. Pek takip edilesi dizi kalmadığı bu dönemde Tyrant ilginizi çekebilir.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Noah

Bilen bilir Darren Aronofsky her daim en sevdiğim yönetmenlerden biri olmuştur. Bunda şaheseri The Fountain'ın yeri mühim. Üzerinden yıllar geçse de "hayal ettiğim film" ölçütlerine bu kadar yaklaşabilen başka film tanımıyorum. (Bir nebze de Cloud Atlas diyebilirim)

Popüler kültür karşıtı olmanın yanından geçmesem de kendisinin en popüler filmi olan Black Swan en az sevdiğim filmi oldu. Siyah Kuğu sahnesi gibi bir kaç epik an dışında sevmedim, sevemedim.


Pek tabii Darren Aronofsky'nin süte doyduğu an, Clint Mansell'ın müzikleri ile görselliğinin birleştiği andır. Nitekim Noah'da da aynı gelenekten vazgeçmiyoruz.

Filme dönecek olursak Noah, Aronofsky'nin "dünyevi" meselelerden kurtulup kendi mistik dünyasına dönüşünün eseri diyebiliriz.

Imdb'de çok düşük puan alınıp yerden yere vurulmasına karşın diyebilirim ki bu sene kendi adıma izlediğim en etkileyici film oldu. Bundan sonra spoiler gelecek.


Tufan öncesi dünyanın sahibini gelişmiş ve kendini yok eden bir uygarlık gösterdiği açılış sahnesi ile zaten film kalbimi kazandı. Esas lanetlenen olgu olan Nuh'un insani tasviri, bocalamaları, bir seçilmişe yakışmayacak karmaşalar içinde olması asıl filmi güçlü kılan detaylar oldu benim için.

Filmin genel dokusu masalsı ve etkileyici, arkada muhteşem müziklerle bu etki artıyor. Ancak filmi eleştirirken "fantastik" sever izleyicinin "O kuşlar nasıl geldi oraya", "O hayvanlar nasıl uyudu çok saçma", "Bir kere sığmaz ki oraya o kadar varlık" gibi yorumlarını gerçekten anlamak mümkün değil. Ki bu tür eleştirileri yapan pek çok kişinin zaten dinsel inançları olduğunu düşünürsek çelişki artıyor, neyse bunu geçelim.


Filmi eleştirebileceğim en önemli kısım Tubal Cain'in tufan sonrası gemi içindeki varlığıydı. Anlamsız bir gerilim yaratmak için bu tür bir filme eve saklanan psikopat komşu karakterinin yedirilmesi, sonra Screamvari bir şekilde elinde bıçakla çevresindekilere saldırması gibi sahneler son derece gereksizdi.

Ancak bunun dışında Nuh'un kraldan çok kralcı olup tanrının işaretlerini bir sınav olarak görmesi gibi bocalama sahneleri aslında son derece gerçekti, çünkü son derece insaniydi.


Anthony Hopkins'in çizdiği Methuselah portresi de filme en renk katan kısımlardan biri olmuş. Alevli kılıç sahnesi müthişti. (Kendisi oynamasa da)

Favori sahnem gözcülerin toprak bedenlerinden kurtulup göğe yükseldikleri andı. Gerçekten orada "ilahi" bir an yaşandığını hissetmek mümkün. Ayrıca evrim sahnesi de gayet güzeldi. İnsana geçişte akıllı tasarıma göz kırpsa da dini temelli bir filmde Fat Boy Slim klibi çıkmasını beklemek biraz imkansızdı. (Gene de yapsan sana puanım dokuz değil on olurdu kanka, olsun)


Velhasıl eğer biraz mistik, epik şeylerden hoşlanıyorsanız önyargısız bir zihinle izlediğinizde filmden epey keyif alacağınızı düşünüyorum. Son olarak Aronofsky'nin ileriki sinema kariyerine gişe filmleri yapıp para kazanma zorunluluğu kaçınılmaz olsa da voleyi vurduğu bir sonraki filmden sonra gene bu tarz işlere dönmesi temennim. Hele şöyle bir Atlantis filmi yapsa tadından yenmez, buradan yetkililere sesleniyorum.

Guardians of the Galaxy

Biraz daha yazmam lazım. Bu yılın yazı adedi sadece bir! İkincisi de Guardians of the Galaxy olsun o zaman.

Bu evrenin diğer izlediğimiz Marvel filmlerine göre en önemli farkı kendisini ciddiye almaması ve absürd muhabbet sever izleyiciye hoş anlar geçirtmesi. Neticede rage’e girmiş bir şekilde ortalığı tarayan bir rakunu her gün görmüyoruz.


Bradley Cooper’ın seslendirdiği Rocket benim için filmin en güzel şeyi. Kadim dostu Groot da aynı şekilde gönüllerin oscarını alıyor. İzledikten sonra saksıya fide dikip kendi Groot’unu yaratma isteği olası.

Tabii filmin insansı karakterlerini unutmamak lazım tipim olmasa da bu filmde epey bir üne kavuşan Chris Pratt esas çocuğu iyi kotarıyor. Avatar’da mavi rengiyle karşımıza çıkan Zoe Saldana bu sefer yeşil. Star Trek’te de oynadığını düşünürsek değişik tipli ve renkli bilimkurgu kadını ikonu olmaya aday.


Glenn Close, Djimon Hounsou ve Benicio Del Torro ufak rolleriyle filme renk katıyorlar. Ancak esas konu şu ki fantastik filmlerin aranan uyuz adamı olma yolunda Lee Pace Ronan rolüyle önemli bir adım atıyor. The Hobbit’de Thranduil rolünü bu konudaki başvuru yazısı olarak görebiliriz. Bu performansla giderse  sinema tanrısının yürü ya kulum dediği isimlerden biri olmak üzere.

Doctor Who’da Matt Smith’in yol arkadaşı olan Karen Gillan da dazlak kafası ve karanlık imajı ile karşımıza çıkıyor. Gayet beğendim. Şu dazlak kesimli saç modellerine bayılıyorum zaten.


Üçlemeye dönüşecek olan G.o.G. eğlenceli bir film. İlk başta “rakunla ağaç filmine mi gideceğim ben” diye düşündürtse de filmin sonunda insanları boşverip “üç saat rakunla ağaç çekseniz olur, izlerim” dedirtmesi olası. X-Men Days of Future Past’da göremediğimiz Stan Lee bu sefer cameosunu yapıyor, mutlu oluyoruz.

Yazıyı filmin en özlü sözüyle bitireyim: “We are Groot”