30 Mayıs 2013 Perşembe

İstanbul Erkek Lisesi

İstanbul Erkek Lisesi, 8 yılımı geçirdiğim sayısız anıya ev sahipliği yapmış ve güzel dostlarla tanışmamı sağlayan sevgili okulum.

Duygusal bir giriş oldu ama konu İEL olunca böyle hissetmemek elde değil. On bir yaşında küçük çocuklar olarak başlayan hikaye hala devam ediyor. Mezun olmamız üzerinden dokuz sene geçti ve dostlarımızla on altıncı seneyi dolduruyoruz. Yazınca bir geri çekildim de, vay be dedim hakikaten.

Geçtiğimiz Pazar okulumuzun Aşure Günüydü, bu sene 129. Yılını kutluyor. Ben de oradaydım, orada olmak da çok iyi geldi.


"Özel" yerleri ziyaretler, (Dirty, The Inn ve niceleri...) uzaktan tanıdığın simaları görmek, yıllardır görmediğin kişilerle sanki sadece pause tuşuna basılmış gibi muhabbet etmek, hepsi bunun güzel parçaları. Ve pek tabii değişimler… Evlenenler, yeni meslekler, hikayeler. Çocuğuyla gelen bir çok mezun vardı, bizim ekipten henüz çocuk haberi yok. Ama birkaç seneye bahçede koşuşturmalarını görürüz.

Bu his zaten güzel olan, süveterli çocukların şimdi hepsinin farklı hayatları, sorumlulukları ve aileleri var. Simalar çok değişmedi ama “büyüdük”. Kikirdeyerek bahçede dolaşırken şimdi nikah şekerlerinden, iş sorunlarından konuşuyoruz, bir sürü planlar yapıyoruz. Bunu yaşamak da çok güzel.


Okula ilk kez içeri girip o meşhur renkli tavanını, heybetli merdivenlerini gördüğüm anı hatırlıyorum. Çok etkilenmiştim. İEL hayatımda çok büyük yer tutan ve kişiliğimin gelişiminde önemli katkıları olan bir yer.

“Bu gece son” üzerinden dokuz sene geçti, biz kaldığımız yerden devam ediyoruz. 2017 mezunlarını görüyoruz, daha yaşanacak çok hikaye ve belki de gelecekte olacak yeni İEL’liler var.


İstanbul’un yıldızı erkek lisesi J Kravatlar fora!


29 Mayıs 2013 Çarşamba

Fifty Shades of Grey

Dayanamıyorum yazacağım. Son zamanlarda okuduğum en kötü "şey".

Issız adamın erotik hali bu esasen. Baş karakter Christian Grey de çok gizemli, yakışıklı, kimseye bağlanamıyor, rafine zevkleri var, piyano çalıyor geceleri, gözler dolu dolu, bir yandan hiçbir şeyi takmıyor ama aslında özünde çok hüzünlü falan filan. Ama Ana ile aynı yatakta uyuyor -Issız Adam da çarşafları değiştirmemişti- aslında his duyuyor ondan ötürü çok romantik aslında. Öf.

Kitabın yarısına geldiğimde gerçekten sıkıldım. Kalanını resmen scanleyerek okudum. Aslında son derece sıradan bir kız olan Ana'nın güzel, zengin, sosyal arkadaşı Kate'i sollayıp Christian'ı etkilemesi falan buram buram umut tacirliği.


Ana çok masum bu arada ama "aşkından" sayısız hediyeler, jetlerde sürpriz seyahatler falan adamın kölesi oluyor. Tamamen duygusal. Eminim kendisi berber çırağı olsa Christian'ı aynı coşkuyla severdi.

Belki daha küçük olsaydım Christian Grey karakteri çekici gelebilirdi ama yıllardır o kadar çok böyle karakter ve ilişki gördük ki sayısız yerde hakikaten iç kıymaktan başka bir işe yaramadı. Ama şunu anlıyorum ki Issız Adam işi evrensel, yoksa bu kadar sıkıcı ve sürekli tekrarlar içeren bir kitabın -dudak ısırma işinde artık cidden tiklenesim geldi bir süre sonra- bu kadar satması başka türlü açıklanamaz.

Adamın adı bile Grey ya, of tamam çok grisin karmaşıksın büyük deden bile soyadından geleceği hesaplamış. Ayrıca bu adam sürekli kıza mail atarken nasıl çalışıyor o koskoca holdingi yönetiyor o da ayrı bir konu.

Bu arada kitap aslında Twilight'ın bir fan fiction'ı iken bu hale dönmüş bir de üzerine bestseller olmuş. Esasen beyaz dizi kitaplarının "modern" versiyonu dışında bir şey değil. Filmi de çekilecekmiş, Anlamazdın'ı ödünç mü versek soundtrack'i için?

Özetle ben ettim siz etmeyin, hatta iki tane de devam kitabı varmış; işim olmaz.

Revolution?

Başlangıçta konusu itibariyle çok ilgimi çekmişti. Gizemli bir şekilde tüm dünyada elektrikler gidiyor ve teknolojik anlamda film başa sarıyordu. Önce büyük bir kaos ve anarşi ortamı akabinde oluşan yeni "devletler". Gerisi spoilersız rahat okuyun.

Uzun lafın kısası Revolution'ı merakla karşıladım. Ancak konu o kadar kısır bir döngüyle işleniyordu ki bir süre sonra sıkıldım ve diziyi bıraktım. Tıpkı müthiş bir konseptle başlayıp sıkıcı bölümler sonucunda iptal edilen Flashforward'ı andırıyordu açıkçası. (Hakikaten yazık oldu o güzelim konuya)


Dünya yerinden oynarken kardeşi kaçırılan tripli bir ergen kız ve karizmatik "özünde iyi" ama karanlık geçmişli amcası ekseninde demek ki yapımcılar da daha fazla dayanamacaklarını anladılar ki bir süre sonra tesadüfen bir bölüme denk geldiğimde gördüm ki konu en azından daha bilimkurguya dönmüş ve sorduğum bir sorunun cevabını vermeye başlamış: "Tamam bitli Charlie ve Danny falan filan ama n'oluyor dünyada? Hadi dünyayı geçtim ABD devletlere bölünmüş neler dönüyor oralarda??" Kafiyeli de oldu.

Son dört beş bölümdür giderek dizi kıvamını bulmaya başlarken sezon finali öncesi gerçekten başarılı bir cliffhanger yaptı. Bir baktım ki bölüm bitmiş. Game of Thrones dışında bu hissi bir süredir yaşatan dizi yok açıkçası. Revolution bir bölümlük bunu yaptı tabii, abartmayalım.


Tavsiye eder miyim? Biraz zor bir soru. Hakikaten başları çok sıkıcı. Ancak izleyecek diziniz yoksa ve böyle antin kuntin olaylar ilginizi çekiyorsa bir şans verin derim, zira bu tempoyla giderlerse önümüzdeki sezonu ilk sezondan çok daha başarılı olabilir; malzeme iyi.

Oyunculara gelirsek Charlie'yi oynayan kızı gerçekten bazen yamultasım geliyor sürekli alnını kırıştırıp aynı bakışı atmak ve arada atarlanmak dışında bir fonksiyonu yok. Miles Matheson "karanlıktan gelen adam" rolünde fena değil. Kılıç kullanıyor en azından, bu da bir şey. (Bu adam Twilight kızın babasıydı ya oradan da puan kaybediyor gözümde)


Sebastian Monroe'yu oynayan David Lyons'a bir parantez açmak istiyorum. Dizinin esas kötüsü rolünde gayet başarılı hatta oyunculuğunda Joaquin Phoenix-vari bir "pislik adam" havası var. (Gladiatordeki Commodus hali gibi. Gladiator demişken ya sen düşün koskoca Roma imparatoru -ne kadar tırt olsa da adam imparator ya- arena ortasında mıhlanıp ölüyor ve kimse takmadan adam güneşin alnında çöp torbası gibi yatıyor millet Maximus Maximus peşinde, neyse tabii öldü iyi oldu o ayrı.)


14 Mayıs 2013 Salı

Tarot // Asılan Adam


Tarot ikonografisinde söz konusu Büyük Arkana destesi olunca hiçbir kartı daha az önemli ya da önemsiz olarak göremeyiz ancak Asılan Adam kanımca destenin en ilginç kartlarından biri. Olumsuz bir intiba uyandırmasına karşın içinde bir çok mesaj barındıran ve en önemlisi olumlu bir “son”dan bahseden bir kart.

Asılan Adam kartı Odin’in hikayesiyle yakından ilişkilidir. Kısaca bahsetmek gerekirse Odin sırlara vakıf olmak adına fedakarlık yapması gerektiğini anlar ve kendini hayat ağacı Yggdrasil’e asar. Ne zaman biteceği belli olmayan bu süreçte baş aşağı şekilde günlerce bekler. Hatta bir karga da gözünü oyar. Yedinci günün sonunda ağaç onu bırakır ve rünlerin bilgisi kendisine vakıf olur. Böylece Odin evrendeki en bilge ve sırlara sahip kişiye dönüşür.


Hikayenin temel odağı aslında fedakarlıktır. Odin kendini ağaca sunmuş ve sonunda bir gözünü kaybetmiştir. Ve en önemlisi bu kart “bekleyişi” ve “durağanlığı” temsil eder. Zira Odin kendini ağaca astığında ne kadar süreyle orada kalacağını bilmiyordu. Dahası kendini ağaca bağladıktan sonra ne yaparsa yapsın ağaç izin vermediği sürece oradan inemeyeceğini de…

Hayatımızda açmaza düştüğümüz dönemler elbette ki olur. Öyle ki elimiz kolumuz bağlı kalır ve ne yaparsak yapalım olayları olumlu bir şekilde değiştirmek adına bir şeyler başaramayız. Hatta aksine bir şey denediğimizde işler daha da sarpa sarmaya başlar.


Bu kartın verdiği mesaj da bu durumla ilişkilidir. Şu kesindir ki böyle bir dönemde yapılması gereken tek şey sükunetle beklemek ve bir harekette bulunmamaktadır. Kartta asılan adamın bacakları Satürn sembolüne benzer şekildedir, Satürn okült  ikonografide zamanın, durağanlığın ve zorluğu imtihanlarla öğrenmenin temsilcisidir. Buradan da eylemsizliği ve sabrı tekrar anlarız. Satürn ayrıca hataları cezalandıran da bir karakter taşır, bu sebepten ötürü böyle bir dönemde bir şey denendiğinde işler daha iyiye gitmeyecektir.

Bu karamsar tabloyu biraz dağıtalım. Kartı incelerseniz ağaçtaki adamın yüzünde acı dolu değil sakin bir ifade olduğunu görürsünüz. Ayrıca başının etrafında altın bir hare vardır. Bu Odin’in yedi gün sonunda kazandığı bilgeliğin de sembolüdür.


Anlam aslında açıktır, eğer bu kilitlenmiş devreyi sukunetle ve sabırla geçirmeyi başarır, olayları akışına bırakırsak sonunda zihinsel ve tinsel açıdan bize yararlı olacak kazanımlar almamız olasıdır. Bu muhtemelen önemli bir hayat tecrübesi ve ilerki zamanlarda bize olumlu katkılarda bulunacak bilgiler olacaktır.

Herşey zora girdiğinde ve hiç umut olmadığında sabırlı olmak, el kol bağlı oturmak gerçekten zor. Bu kartın verdiği mesaj da bu anlamda insanın doğasını en zorlayan davranışlardan birini içeriyor: Hiçbir şey yapmadan beklemek, hayatına normal bir şekilde devam etmek. Pes etmek gibi görünse de asla değil, çünkü hikayenin sonu henüz yazılmadı.


9 Mayıs 2013 Perşembe

Da Vinci's Demons

Malumunuz Cumartesi günleri rahmetli Spartacus ve silah arkadaşlarıyla şenlenirdi. Ancak Crixus’un kılıbığın teki olması ve Naevia’nın Semra Özal olma hırsı yüzünden hepsine veda ettik. Ayrıca o Tiberius isimli ibiş çok basit bir şekilde öldü, Good Cossitus tarzı bir sonu olmalıydı. Neyse sakinim, yazının asıl konusuna dönelim.

Starz boş durmadı ve Cumartesi gününe Da Vinci’s Demons’ı yayınlamaya başladı. Çok da iyi etti, uzun zamandır bir dizinin konusu bu kadar ilgimi çekmemişti. Dizi her daim beyaz saçlı kel kafalı olarak çizimlerde gördüğümüz büyük deha Leonardo Da Vinci’nin gençliğinde geçiyor. Üstelik Da Vinci burada deri ceketli bıçkın bir delikanlı. Şanzelize kafeye koysan sırıtmaz.


Hikaye oldukça zengin, Da Vinci’nin yükselişi ve kimi zaman Sherockvari polisiye arayışları; Mediciler ve Vatikan mücadelesi, son olarak da biraz okült sos. Da Vinci bir yandan Türk isimli bir karakterin de üye olduğu bir tarikatın Book of Leaves isimli kitabın peşinde. (Araştırdığımda gerçekte böyle bir eser bulamadım, eğer varsa bilgilendirirseniz sevinirim. Ama şimdilik kurgu olduğunu farz ediyorum.)

Mekan tasarımları ve kıyafetler harikulade. Özellikle asil kadınların giysilerine baktıkça iç çekmemek elde değil.


Ve müzikler. Daha jeneriği ilk kez izlediğimde müzik çok hoşuma gitmişti. Meğerse altında Battlestar Galactica’nın muhteşem soundtracklerinin bestecisi Bear McCreary varmış. Bir bu, bir de Max Richter; ikisinin de büyük bütçeli prodüksiyonların müziklerini yapmasını ve ödüllere boğulmasını istiyorum, İner Misin Çıkar Mısın’da dua okuyarak bekleyen teyzevari duygular içindeyim onlara karşı.

Bu da dizinin bayıldığım jenerik müziği:


Ayrıca dinsel açıdan da sert iddiaları var, o dönemli Papa Sixtus’un oğlancı olduğu iddiası bundan biri. Oyuncular ve yapımcılar hala sağ, artık Vatikan aforoz işine de pek girmiyor; belli ki aforozun popülariteyi arttığını keşfettiler.

Velhasıl dönem dizilerini seviyorsanız kaçırmayın derim, umarım tutar da birkaç sezon izleriz.


8 Mayıs 2013 Çarşamba

Oblivion

Film serisine devam ediyoruz. Yılın ilk yarısı itibariyle bilimkurguya hasret kalmıştım. Oblivion resmen pası attı.

Gözlemlediğim kadarıyla başrolde Tom Cruise olunca seyircide ön yargı oluşuyor. Uzun süredir Scientology muhabbeti yapmamasından da plasenta yeme muhabbetleri vb tarikat konularının kariyerine ne kadar zarar verdiğini görmek mümkün.


Ancak tarikatının müthiş kaynaklarından mıdır makyaj hilesi midir, kendisiyle ilgili en önemli konu açık bence: Bu adam yaşlanmıyor! Hakan Peker bile botoksla suratı dağıttı Tom Cruise meşaleyi taşımaya devam ediyor.

Filme geri dönersek bu sene içinde gösterime girecek Elysium gibi post-apocalyptic bir dünya ile karşı karşıyayız. Bu tarzın moda olması temennim, her daim pek sevdiğim bir konsept olmuştur.

Hikayenin ters köşeleri son derece başarılı, efektler ve yaratılan atmosfer de keza. Bir dakika bile sıkılmadan filmi takip ediyorsunuz.


Yaratıcıyı yok etme teması Oblivion'da da işlenmiş. Sonu klişe olsa da dediğim gibi yarattığı ikilemler ve twistler son derece hoş. Spoiler vermemek adına bahsetmeyeceğim, güzel sahneler gerçekten.

Bunun dışında Morgan Freeman da ölümsüzlüğünü ilan etmiş durumda, ufak bir rolle güzel iş kotarıyor. Game of Thrones'un Jamie Lannister'ı Nikolaj Coster Waldau da yan bir rolde, aksiyon filmlerine de gider bu adam cevheri kullansınlar. :)


Oluşturulan araçlar, fütüristik atmosfer hepsi harika. Geçenlerde Matrix serisini izlediğimde efektler ne kadar yavan geldi... On küsur sene önce ağzımızın suları akarak izlediğimiz devrimsel film bile şu anki görselliğe kıyasla eksik kalıyor. Film hala güzel, Matrix bilmemkaçıncı kez çalışmaya devam ediyor o ayrı.

Bilimkurgu seviyorsanız, ofisten sıkıldım biraz dünyanın sonuna gideyim diyorsanız izleyin, pişman olmazsınız.


Candy Crush!

Ah evet, ben de bu batağa düştüm sevgili gönül dostları. En son Temple Run'da kafayı yemiştim. Şimdi ise birbirimize can gönderip duruyoruz.

Pek sabırlı bir insan olmadığım için seviyeler ilerledikçe sinir geliyor zaman zaman. Eski "geçiim mi abi" geleneğini kendi adıma iyi oynayan arkadaşlara "geçsene abiii" formuna dönüştürdüğüm oluyor.

Aslında işin biraz da pazarlama kısmına bakarsak oyunun emektar üç taş döndürmece Bejeweled'dan mantık açısından bir farkı yok. Ama çok daha oyuncaklı ve bir çok puzzle içeriyor. Ayrıca pek de renkli neşeli. Peki bu kadar bağımlılık yapma sebebi ne?

Bejeweled türü oyunlarda "bölüm geçme" konsepti yok. Bunda ise 300 küsür bölümü geçmek için sürekli uğraşma hali söz konusu.

Bunun dışında oyunu yaratanlar 5 can sınırı yaratarak insanların sürekli paylaşımda bulunmasını da sağlıyor. Hoş saatini ileri alanlar fake hesap açıp kendine can gönderenler de var tabii. (Daha yapmadım bunu ama niye yapmıyorum ki)


Ayrıca reklam verme konusunda çok başarılı bulduğum bir uygulama yapıyorlar şu anda. Canınız bittiğinde bir reklamı belli bir süre izlerseniz yeni can alıyorsunuz. O sırada bölüm geçme hırsıyla normalde derhal çarpıya basacağınız halde reklamı paşa paşa izliyorsunuz, süreyi de kısa tutmuşlar. E-Çift reklamı vardı mesela, ama ne kadar etkili oluyor tartışılır zira odağımda oyun olduğu için şu anda bile reklam veren sitenin adından emin değilim. Gerçi kullandıkları materyal çok uyduruktu onun da etkisi var, çarpıcı bir ürünle kullanıcıyı daha çok izlettirebilir.

Neyse esas mevzuya dönecek olursak can göndermeyi unutmayın, ve merak etmeyin karşılıksız kalmaz. :)


Iron Man 3

Uzun zaman oldu! İki aydır yazmamışım. Bir süredir feci bir koşturmaca içindeyim ondan ötürü uzak kaldım. Ancak arayı kapatma vakti geldi. :)

Uzun zamandır Iron Man 3'ü bekliyordum. Dramatik fragmanından ilk iki filme göre çok daha farklı bir şey izleyeceğimiz belliydi, nitekim öyle de oldu.


Genel olarak bakarsanız filme çok da bayılmadım. Biraz zorlama geldi. Son dönemde giderek yükselişe geçen karamsar ve duygusal süper kahraman filmi modası Iron Man'i de ele geçirmiş. Karşımızda panik atan geçiren ve eski kimliğinden uzak bir Tony Stark var.

Kimine uçarı ve zeki adamın karanlık dünyasını izlemek çekici gelebilir ama bu tür muadil ürünleri bir kaç yıldır sürekli gördüğümüzden midir bana biraz sıkıcı geldi. Gene de Robert Downey Jr. her zamanki gibi müthiş.

Hikaye The Avengers ile son derece bağlantılı bu sebepten ötürü izlemediyseniz filmle gitmeden mutlaka izleyin.


Filmin asıl bombası bana göre açık ve net: Ben Kingsley. Mandarin karakteri orijinal hikayeden çok daha farklı işlenmiş, ters köşeyi çok sevdim. Uyarlamalarda genelde ay şöyle oldu böyle oldu diye pek üzülmem. Akışa göre güzel gidiyorsa sorun yok. Ve Kingsley karakterinin her aşamasında oyunculuğuyla inanılmaz bir şov yapıyor. Ayrıca Mandarin'in kurgusu Usame Bin Ladin hikayesi ile ilgili çarpıcı bir iddia da içeriyor.


Guy Pearce her zamanki gibi çok cool, başarılı bir kötü adam olmuş. Beynin içine girme sahnesi süperdi, keşke gerçekten öyle bir şeye tanık olsak.

Artık bir klasik olarak kapanış jeneriğini bitirirseniz bir sahne daha izleyebiliyorsunuz. Son derece eğlenceli bir bölüm. Tony Stark resmen dertli dolap olmuş, ancak Bruce Banner'dan dert ortağı pek olmuyor belli ki. :)


Özetle, tabii ki gidip görün ancak ilk iki film kadar müthiş bir şey beklemeyin derim. Bu arada özellikle ikinci filmdeki müthiş müzikler bu filmde mevcut değil. Geçen sefer Black Sabbath'ından AC/DC'sine son derece gaz bir müzik seçimi vardı. Bu sefer pas geçilmiş.

Filmin sonundan Iron Man hikayesine adeta veda edildiğini görüyoruz, ancak 2015'te gösterime girecek olan The Avengers 2'de Iron Man'i izlemeye devam edeceğiz.