Yazıya iç karartarak başlamak istemiyorum ama olmamış bir film The Wolverine.
Hani içinde Wolverine olmasa X-Men filmi de diyemeyeceğim. Bildiğin uzakdoğu aksiyon filmi arada da bizim pençeli arkadaş var.
Esasen post Jean Grey travması yaşayan Wolverine'in rehabilitasyon sürecini izliyoruz. Famke Janssen da Jean Grey rolünde Wolverine'in rüyalarına konuk oluyor, onun suçluluk duygusu ve ölme isteğiyle karşılaşıyoruz.
Eh malumunuz X3'te Jean'in dünyayı yok etmesine ramak kalmıştı, tabii Wolvi'nin pantolonu hariç. (Nasıl gıcık olduysam o sahneye) Sonra da kendini öldürttü olan gene bizim bıçkın delikanlıya oldu.
Hikayenin kötü adamı, özellikle final sahneleri falan çok sıkıcı, tek kelimeyle Silver Samurai sucks.
Pek sevdiğim cengaver Hiroyuki Sanada bu filmde katıksız pis bir kötü adam, yakıştırmadım kendisine bu rolü. Mahallenin huysuz ama delikanlı amcası olarak çok daha seviyorum kendisini.
Normal bir Marvel filmi olsa daha paragraflarca yazarım hakikaten pek bir şey bulamıyorum anlatmaya değer. Hah evet, Hugh Jackman süper; 45 yaşında ama hala fit hala "genç".
Viper rolündeki abla tam bir "Sen istiyor duj verecek 100 dolar daha" kalitesinde bir karakter. Filmde açıkça mutant eksikliği vardı, kesmedi.
Onun dışında Wolvi japon sevgili buluyor, Jean'i geride bırakıyor ama işin esası o kadar da bırakmıyor tabii.
Wolverine'nin geçici olarak ölümlü olması güzel bir fikir olsa da pek de etkileyici bir his yaratmıyor açıkçası.
Neyse umudum X-Men: Days of Future Past'da. Açık konuşalım filmin en heyecan veren yeri jenerik sonrası gelen artık bir klasik olmuş post-credit videosu. Babalar geri dönüyor. Bu filmde Magneto ve Profesor X'i gençlik ve yaşlılık halleriyle göreceğiz. Açıklanan isimlere göre kadro tam bir mutantlar şöleni olmayan yok.
15 Ağustos 2013 Perşembe
Avengers Assemble
Huhu Avengers'a doyamayanlar, hala çizgi film izlemek isteyenler: Buyrunuz, overlok makinesi ayağınıza kadar geldi.
Pek sevgili Avengers ekibinin çeşitli maceraları yayınlanmaya başladı. Şu ana kadar sekiz bölüm mevcut, devamı gelsin bol bol izleyelim.
Hulk o kadar sevdiğim bir karakter değildir ama son filmle ve çizgi filmle giderek sempatim artıyor kendisine. "Hulk smashs!!!"
Thor desen Asgard'ın metalci delikanlısı, filmdekinden daha da sempatik.
Ancak şu kesin ki ileride kızım olsa Captain America gibi damat isterim. Hem kahraman, hem efendi hem de iyi kalpli.
Kaçırmayın!
Pek sevgili Avengers ekibinin çeşitli maceraları yayınlanmaya başladı. Şu ana kadar sekiz bölüm mevcut, devamı gelsin bol bol izleyelim.
Hulk o kadar sevdiğim bir karakter değildir ama son filmle ve çizgi filmle giderek sempatim artıyor kendisine. "Hulk smashs!!!"
Thor desen Asgard'ın metalci delikanlısı, filmdekinden daha da sempatik.
Ancak şu kesin ki ileride kızım olsa Captain America gibi damat isterim. Hem kahraman, hem efendi hem de iyi kalpli.
Kaçırmayın!
Under the Dome
Bu yazın en ilgimi çeken yapımlarından biri "Under the Dome" oldu.
Dizi Stephen Hawking'in 70'lerin sonunda yazmaya başlayıp 2009'da bitirdiği aynı isimli kitabın uyarlaması.
Kitabı okumadım ama öğrendiğim kadarıyla 1000 sayfadan fazla! Okuduğum yorumlarda dizi ve kitabın giderek farklılaştığı söyleniyor.
Hikayenin konusu gayet ilgi çekici, spoilersız bölümle başlarsak; son derece sıradan bir Amerikan kasabası olan Chester's Mill normal bir günde bir anda hiçbir şeyin yok edemediği şeffaf bir kubbeyle çevrelenir. Ve dışarıdan hiçbir şekilde giriş yapılamamakta, ses bile duyulamamaktadır. Dışarı ile tek irtibatları radyo frekanslarından bölük pörçük alabildikleri seslerdir.
Kısıtlı kaynak, korku, paranoyanın sonuçlarını her bölüm biraz daha görüyoruz.İnsan doğasının yaşamı tehlikeye girdiğinde ne kadar acımasız ve vahşi olduğuna yavaş yavaş tanık olmaya başlıyoruz. Bu açıdan Sineklerin Tanrısını andırıyor. Bir kaç gün önce komşu olan insanlar yemek için birbirine saldırabiliyor, öldürebiliyor ve içeride en fazla gücü olan -su, besin vb- ise otoriteyi ele geçirebiliyor, ta ki bu gücünü kaybedene dek.
Dizi çok akışkan değil muhtemelen gizemli kubbe esrarını uzun bir süre koruyacak. Ola ki dizi devam ederse tek dileğim Lost gibi yıllarca insanları bekletmemesi. Ki doğruya doğru Lost kadar çarpıcı bir yapımla da şimdilik karşı karşıya değiliz.
Buradan sonrası biraz spoiler, henüz başlamadıysanız sizi yazının sonuna alalım.
Öncelikle Junior'dan bahsetmek istiyorum. Game of Thrones'un Joffrey'sinden bile çok nefret ettim kendisinden. Saplantılı sapığın teki. Bölümler boyunca kendisine aşık olmayan bir kızı -Angie- hapsetmesi, zavallılığı, iğrenç rahatsız edici bakışlarıyla eminim ki daha seyirciyi çok sinir edecek. Oyuncuyu takdir ediyorum o hastalıklı tavrı gerçekten çok iyi takınıyor.
Junior'un babası Big Jim desen o ayrı bir kötü, çıkarcı güç delisinin teki. Al birini vur ötekine.
Ve Joe ile Norrie var. Kubbenin bir şekilde iletişime geçtiği "güç kaynakları". Tahminimce bu bağlantı keşfedildiğinde bu iki genci kasaba halkı "kurban" etmek isteyecektir. Pembe yıldızların gizemini herhalde daha uzun süre öğrenemeyeceğiz.
Kasabanın merkezindeki küçük kubbenin altındaki gizemli yumurta var bir de. Artık içinden ejderha mı çıkar, uzaylı mı çıkar bilmiyorum; göreceğiz.
Bu tür gizemli, bilimkurgulu konseptlerden hoşlanıyorsanız deneyin derim.
Dizi Stephen Hawking'in 70'lerin sonunda yazmaya başlayıp 2009'da bitirdiği aynı isimli kitabın uyarlaması.
Kitabı okumadım ama öğrendiğim kadarıyla 1000 sayfadan fazla! Okuduğum yorumlarda dizi ve kitabın giderek farklılaştığı söyleniyor.
Hikayenin konusu gayet ilgi çekici, spoilersız bölümle başlarsak; son derece sıradan bir Amerikan kasabası olan Chester's Mill normal bir günde bir anda hiçbir şeyin yok edemediği şeffaf bir kubbeyle çevrelenir. Ve dışarıdan hiçbir şekilde giriş yapılamamakta, ses bile duyulamamaktadır. Dışarı ile tek irtibatları radyo frekanslarından bölük pörçük alabildikleri seslerdir.
Kısıtlı kaynak, korku, paranoyanın sonuçlarını her bölüm biraz daha görüyoruz.İnsan doğasının yaşamı tehlikeye girdiğinde ne kadar acımasız ve vahşi olduğuna yavaş yavaş tanık olmaya başlıyoruz. Bu açıdan Sineklerin Tanrısını andırıyor. Bir kaç gün önce komşu olan insanlar yemek için birbirine saldırabiliyor, öldürebiliyor ve içeride en fazla gücü olan -su, besin vb- ise otoriteyi ele geçirebiliyor, ta ki bu gücünü kaybedene dek.
Dizi çok akışkan değil muhtemelen gizemli kubbe esrarını uzun bir süre koruyacak. Ola ki dizi devam ederse tek dileğim Lost gibi yıllarca insanları bekletmemesi. Ki doğruya doğru Lost kadar çarpıcı bir yapımla da şimdilik karşı karşıya değiliz.
Buradan sonrası biraz spoiler, henüz başlamadıysanız sizi yazının sonuna alalım.
Öncelikle Junior'dan bahsetmek istiyorum. Game of Thrones'un Joffrey'sinden bile çok nefret ettim kendisinden. Saplantılı sapığın teki. Bölümler boyunca kendisine aşık olmayan bir kızı -Angie- hapsetmesi, zavallılığı, iğrenç rahatsız edici bakışlarıyla eminim ki daha seyirciyi çok sinir edecek. Oyuncuyu takdir ediyorum o hastalıklı tavrı gerçekten çok iyi takınıyor.
Junior'un babası Big Jim desen o ayrı bir kötü, çıkarcı güç delisinin teki. Al birini vur ötekine.
Ve Joe ile Norrie var. Kubbenin bir şekilde iletişime geçtiği "güç kaynakları". Tahminimce bu bağlantı keşfedildiğinde bu iki genci kasaba halkı "kurban" etmek isteyecektir. Pembe yıldızların gizemini herhalde daha uzun süre öğrenemeyeceğiz.
Kasabanın merkezindeki küçük kubbenin altındaki gizemli yumurta var bir de. Artık içinden ejderha mı çıkar, uzaylı mı çıkar bilmiyorum; göreceğiz.
Bu tür gizemli, bilimkurgulu konseptlerden hoşlanıyorsanız deneyin derim.
12 Ağustos 2013 Pazartesi
The White Queen
Blogu bu sene iyice boşladım, hazır vakit bulmuşken en azından son zamanlarda izlediklerimden başlayayım.
İngiliz kraliyet ailesi öykülerini pek severim. Özellikle de Philippa Gregory'nin Tudor hanedanı ve Güller Savaşıyla ilgili bir çok roman yazdığını keşfedince maden bulmuş gibi oldum.
Gregory dünya çapında "The Other Boleyn Girl" romanı ile meşhur olmuştu. Krallığın dininin bile değişmesine sebep veren "yuva yıkan kadın" Anne Boleyn'nin çarpıcı öyküsü epey ilgi çekmişti.
Yazar Tudorlar ile ilgili bir sürü kitap yazdıktan sonra hikayenin daha da gerisine gitti ve İngiltere tarihine damgasını vurmuş meşhur Güller savaşı dönemiyle ilgili eserler vermeye başladı.
Güller Savaşı iki akraba sülale olan Lancaster ve York ailesinin uzun yıllar süren iktidar mücadelesidir. Krallık tacı bir çok kez el değiştirir, bir gün düşman olan yarın dost olur, gerçekten en üst düzeyde paranoyanın yaşandığı kimsenin kimseye güvenemediği bir dönem. Aslında iktidar hırsının insanları ne kadar kötücül noktalara taşıyabileceğinin çarpıcı bir örneği.
The White Queen esasen üç kitabın birleştirilmiş hali. Bu kitaplar; diziye ismini veren ve IV. Edward'ın ilginç karısı Elizabeth Woodville'in odağından hikayeyi anlatan The White Queen; kaynanaların kaynanası ve esasen tarihteki en popüler hanedanlardan biri olan Tudorların sahneye çıkmasını sağlayan Margaret Beaufort'un odağındaki The Red Queen ve bu hikayenin perde arkasındaki tarihe yön vermiş Warwick dükü Richard Neville'in kızının eksenindeki "The Kingmaker's Daughter". Sonuncu kitap henüz dilimize çevrilmedi.
Diziye dönersek ilk önce temel problemlerinden başlayayım. Muhtemelen bölüm kısıtı olduğu için olaylar çok hızlı gelişiyor ve bir çok detay atlanıyor. Oyuncuların yaşlanmaması ve çocuklarının da neredeyse onlara yaşıt gibi durması da diğer bir sorun.
Ancak öte yandan çok da başarılı oyunculuk performanslarına tanık oluyoruz. Elizabeth Woodville'in annesi Jacquetta Woodville'i canlandıran Janet McTeer, ağzını kırmak isteseniz de müthiş bir iş çıkaran Margaret Beaufort rolündeki Amanda Hale en dikkat çeken iki isim.
Başta kedi yavrusu gibi gezen sonradan geleceğin Semra Kaynanası adayı olan Anne Neville ise kendi gıcık kontenjanıma dahil. Tabii üç York kardeşinin annesi Düşes Cecily'i de atlamak olmaz. Ne sinir bozucu insanlarsınız yahu.
Dizideki büyü konuları ne alaka derseniz Beyaz Kraliçe Elizabeth Woodville, Burgundy sülalesinden ve ailelerinin kökeninin Melusina isimli bir su tanrıçası olduğuna dair efsaneler mevcut. Esasen Woodville sülalesi simya, okült ile pek haşır neşir ve katolikliği pek de takmayan bir aile olduğundan haliyle söylentiler alıp yürümüş.
Pek tabii bunun diğer sebebi de Elizabeth Woodville'in pek soylu ailelerden olmayışı, dul ve kral IV. Edward'dan yaşça büyük olduğu halde kralın dikkatini çekmesi ve aşk evliliği yapmalarının da etkisi büyük. Nitekim Elizabeth'in annesi Jacquetta da dul kaldıktan sonra düşesliği umursamayıp bir silahtarla aşk evliliği yapmıştı. O dönemlerde aşk evliliklerinin saçma, her türlü evliliğin de tamamen daha çok statü ve güç için yapıldığını düşünürseniz işin özünde kıskançlığın olduğunu da görebilirsiniz.
Pek tabii pek dindar hatta dizide betimlendiği kadarıyla Tanrıyla konuştuğunu sanacak kadar kafayı kırmış Margaret Beaufort ve kraliçenin diğer rakiplerinin de o çağda bir kadını yok etmek için kullanılan en basit ve etkili silahı ortaya sürdüklerini düşünebiliriz: Cadılık.
Bu hikayenin finalinde önünde beş aday olmasına karşın kah annesinin komploları kah diğer rakiplerinin birbirini yemesiyle tahta çıkacak olan Henry Tudor (VII. Henry) altı karısıyla olan hikayeleri pek meşhur olan VIII. Henry'nin babasıdır. Oğlunu tahta çıkarmak için her şeyi yapan, oğlu tahta geçince de kah gelinine kah çevresine etmediğini bırakmayan hırslı kaynana Margaret Beaufort ise torunun erkek varisinin yaşayamayıp tahta kızlarının çıktığını görse ne düşünürdü acaba... Üstelik tahta çıkan ikinci kız torunu Elizabeth'in yıllarca hüküm sürdüğünü düşünürsek.
Dizide her türlü hile hurda, entrika ve ihanet mevcut. Taht ve iktidar hırsı her tarih sahnesinde aynı; insanın tüm değerlerini elinden alıp onu bir canavara dönüştürebiliyor.
Bu arada bu beyaz-kırmızı ne iş derseniz; beyaz gül York, kırmızı gül ise Lancaster hanedanının sembolü. İki aile birleşince kırmızı renk baskın beyazlı Tudor gülü kullanılmaya başlanmıştı.
Son bir not olarak genç yaşta ölen IV. Edward'ı Jeremy Irons'ın oğlu Max Irons canlandırıyor. Açıkçası babasının karizmasını kendisinde göremedim, bir kraldan çok boyband üyesine benzese de IV. Edward'ın eğlenceyi, kadınları pek seven bir karakter olduğunu da biliyoruz. Jüri özel ödülüm ise Shakespare'in de eserine konu olan o çağın nefret objesi III. Richard'ı canlandıran Aneurin Barnard'a gidiyor.
Dizi daha çok kadın izleyiciye hitap ediyor, eğer benim gibi tarihi kurgu seviyorsanız deneyin derim.
İngiliz kraliyet ailesi öykülerini pek severim. Özellikle de Philippa Gregory'nin Tudor hanedanı ve Güller Savaşıyla ilgili bir çok roman yazdığını keşfedince maden bulmuş gibi oldum.
Gregory dünya çapında "The Other Boleyn Girl" romanı ile meşhur olmuştu. Krallığın dininin bile değişmesine sebep veren "yuva yıkan kadın" Anne Boleyn'nin çarpıcı öyküsü epey ilgi çekmişti.
Yazar Tudorlar ile ilgili bir sürü kitap yazdıktan sonra hikayenin daha da gerisine gitti ve İngiltere tarihine damgasını vurmuş meşhur Güller savaşı dönemiyle ilgili eserler vermeye başladı.
Güller Savaşı iki akraba sülale olan Lancaster ve York ailesinin uzun yıllar süren iktidar mücadelesidir. Krallık tacı bir çok kez el değiştirir, bir gün düşman olan yarın dost olur, gerçekten en üst düzeyde paranoyanın yaşandığı kimsenin kimseye güvenemediği bir dönem. Aslında iktidar hırsının insanları ne kadar kötücül noktalara taşıyabileceğinin çarpıcı bir örneği.
The White Queen esasen üç kitabın birleştirilmiş hali. Bu kitaplar; diziye ismini veren ve IV. Edward'ın ilginç karısı Elizabeth Woodville'in odağından hikayeyi anlatan The White Queen; kaynanaların kaynanası ve esasen tarihteki en popüler hanedanlardan biri olan Tudorların sahneye çıkmasını sağlayan Margaret Beaufort'un odağındaki The Red Queen ve bu hikayenin perde arkasındaki tarihe yön vermiş Warwick dükü Richard Neville'in kızının eksenindeki "The Kingmaker's Daughter". Sonuncu kitap henüz dilimize çevrilmedi.
Diziye dönersek ilk önce temel problemlerinden başlayayım. Muhtemelen bölüm kısıtı olduğu için olaylar çok hızlı gelişiyor ve bir çok detay atlanıyor. Oyuncuların yaşlanmaması ve çocuklarının da neredeyse onlara yaşıt gibi durması da diğer bir sorun.
Ancak öte yandan çok da başarılı oyunculuk performanslarına tanık oluyoruz. Elizabeth Woodville'in annesi Jacquetta Woodville'i canlandıran Janet McTeer, ağzını kırmak isteseniz de müthiş bir iş çıkaran Margaret Beaufort rolündeki Amanda Hale en dikkat çeken iki isim.
Başta kedi yavrusu gibi gezen sonradan geleceğin Semra Kaynanası adayı olan Anne Neville ise kendi gıcık kontenjanıma dahil. Tabii üç York kardeşinin annesi Düşes Cecily'i de atlamak olmaz. Ne sinir bozucu insanlarsınız yahu.
Dizideki büyü konuları ne alaka derseniz Beyaz Kraliçe Elizabeth Woodville, Burgundy sülalesinden ve ailelerinin kökeninin Melusina isimli bir su tanrıçası olduğuna dair efsaneler mevcut. Esasen Woodville sülalesi simya, okült ile pek haşır neşir ve katolikliği pek de takmayan bir aile olduğundan haliyle söylentiler alıp yürümüş.
Pek tabii bunun diğer sebebi de Elizabeth Woodville'in pek soylu ailelerden olmayışı, dul ve kral IV. Edward'dan yaşça büyük olduğu halde kralın dikkatini çekmesi ve aşk evliliği yapmalarının da etkisi büyük. Nitekim Elizabeth'in annesi Jacquetta da dul kaldıktan sonra düşesliği umursamayıp bir silahtarla aşk evliliği yapmıştı. O dönemlerde aşk evliliklerinin saçma, her türlü evliliğin de tamamen daha çok statü ve güç için yapıldığını düşünürseniz işin özünde kıskançlığın olduğunu da görebilirsiniz.
Pek tabii pek dindar hatta dizide betimlendiği kadarıyla Tanrıyla konuştuğunu sanacak kadar kafayı kırmış Margaret Beaufort ve kraliçenin diğer rakiplerinin de o çağda bir kadını yok etmek için kullanılan en basit ve etkili silahı ortaya sürdüklerini düşünebiliriz: Cadılık.
Bu hikayenin finalinde önünde beş aday olmasına karşın kah annesinin komploları kah diğer rakiplerinin birbirini yemesiyle tahta çıkacak olan Henry Tudor (VII. Henry) altı karısıyla olan hikayeleri pek meşhur olan VIII. Henry'nin babasıdır. Oğlunu tahta çıkarmak için her şeyi yapan, oğlu tahta geçince de kah gelinine kah çevresine etmediğini bırakmayan hırslı kaynana Margaret Beaufort ise torunun erkek varisinin yaşayamayıp tahta kızlarının çıktığını görse ne düşünürdü acaba... Üstelik tahta çıkan ikinci kız torunu Elizabeth'in yıllarca hüküm sürdüğünü düşünürsek.
Dizide her türlü hile hurda, entrika ve ihanet mevcut. Taht ve iktidar hırsı her tarih sahnesinde aynı; insanın tüm değerlerini elinden alıp onu bir canavara dönüştürebiliyor.
Bu arada bu beyaz-kırmızı ne iş derseniz; beyaz gül York, kırmızı gül ise Lancaster hanedanının sembolü. İki aile birleşince kırmızı renk baskın beyazlı Tudor gülü kullanılmaya başlanmıştı.
Son bir not olarak genç yaşta ölen IV. Edward'ı Jeremy Irons'ın oğlu Max Irons canlandırıyor. Açıkçası babasının karizmasını kendisinde göremedim, bir kraldan çok boyband üyesine benzese de IV. Edward'ın eğlenceyi, kadınları pek seven bir karakter olduğunu da biliyoruz. Jüri özel ödülüm ise Shakespare'in de eserine konu olan o çağın nefret objesi III. Richard'ı canlandıran Aneurin Barnard'a gidiyor.
Dizi daha çok kadın izleyiciye hitap ediyor, eğer benim gibi tarihi kurgu seviyorsanız deneyin derim.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)