Blogu bu sene iyice boşladım, hazır vakit bulmuşken en azından son zamanlarda izlediklerimden başlayayım.
İngiliz kraliyet ailesi öykülerini pek severim. Özellikle de Philippa Gregory'nin Tudor hanedanı ve Güller Savaşıyla ilgili bir çok roman yazdığını keşfedince maden bulmuş gibi oldum.
Gregory dünya çapında "The Other Boleyn Girl" romanı ile meşhur olmuştu. Krallığın dininin bile değişmesine sebep veren "yuva yıkan kadın" Anne Boleyn'nin çarpıcı öyküsü epey ilgi çekmişti.
Yazar Tudorlar ile ilgili bir sürü kitap yazdıktan sonra hikayenin daha da gerisine gitti ve İngiltere tarihine damgasını vurmuş meşhur Güller savaşı dönemiyle ilgili eserler vermeye başladı.
Güller Savaşı iki akraba sülale olan Lancaster ve York ailesinin uzun yıllar süren iktidar mücadelesidir. Krallık tacı bir çok kez el değiştirir, bir gün düşman olan yarın dost olur, gerçekten en üst düzeyde paranoyanın yaşandığı kimsenin kimseye güvenemediği bir dönem. Aslında iktidar hırsının insanları ne kadar kötücül noktalara taşıyabileceğinin çarpıcı bir örneği.
The White Queen esasen üç kitabın birleştirilmiş hali. Bu kitaplar; diziye ismini veren ve IV. Edward'ın ilginç karısı Elizabeth Woodville'in odağından hikayeyi anlatan The White Queen; kaynanaların kaynanası ve esasen tarihteki en popüler hanedanlardan biri olan Tudorların sahneye çıkmasını sağlayan Margaret Beaufort'un odağındaki The Red Queen ve bu hikayenin perde arkasındaki tarihe yön vermiş Warwick dükü Richard Neville'in kızının eksenindeki "The Kingmaker's Daughter". Sonuncu kitap henüz dilimize çevrilmedi.
Diziye dönersek ilk önce temel problemlerinden başlayayım. Muhtemelen bölüm kısıtı olduğu için olaylar çok hızlı gelişiyor ve bir çok detay atlanıyor. Oyuncuların yaşlanmaması ve çocuklarının da neredeyse onlara yaşıt gibi durması da diğer bir sorun.
Ancak öte yandan çok da başarılı oyunculuk performanslarına tanık oluyoruz. Elizabeth Woodville'in annesi Jacquetta Woodville'i canlandıran Janet McTeer, ağzını kırmak isteseniz de müthiş bir iş çıkaran Margaret Beaufort rolündeki Amanda Hale en dikkat çeken iki isim.
Başta kedi yavrusu gibi gezen sonradan geleceğin Semra Kaynanası adayı olan Anne Neville ise kendi gıcık kontenjanıma dahil. Tabii üç York kardeşinin annesi Düşes Cecily'i de atlamak olmaz. Ne sinir bozucu insanlarsınız yahu.
Dizideki büyü konuları ne alaka derseniz Beyaz Kraliçe Elizabeth Woodville, Burgundy sülalesinden ve ailelerinin kökeninin Melusina isimli bir su tanrıçası olduğuna dair efsaneler mevcut. Esasen Woodville sülalesi simya, okült ile pek haşır neşir ve katolikliği pek de takmayan bir aile olduğundan haliyle söylentiler alıp yürümüş.
Pek tabii bunun diğer sebebi de Elizabeth Woodville'in pek soylu ailelerden olmayışı, dul ve kral IV. Edward'dan yaşça büyük olduğu halde kralın dikkatini çekmesi ve aşk evliliği yapmalarının da etkisi büyük. Nitekim Elizabeth'in annesi Jacquetta da dul kaldıktan sonra düşesliği umursamayıp bir silahtarla aşk evliliği yapmıştı. O dönemlerde aşk evliliklerinin saçma, her türlü evliliğin de tamamen daha çok statü ve güç için yapıldığını düşünürseniz işin özünde kıskançlığın olduğunu da görebilirsiniz.
Pek tabii pek dindar hatta dizide betimlendiği kadarıyla Tanrıyla konuştuğunu sanacak kadar kafayı kırmış Margaret Beaufort ve kraliçenin diğer rakiplerinin de o çağda bir kadını yok etmek için kullanılan en basit ve etkili silahı ortaya sürdüklerini düşünebiliriz: Cadılık.
Bu hikayenin finalinde önünde beş aday olmasına karşın kah annesinin komploları kah diğer rakiplerinin birbirini yemesiyle tahta çıkacak olan Henry Tudor (VII. Henry) altı karısıyla olan hikayeleri pek meşhur olan VIII. Henry'nin babasıdır. Oğlunu tahta çıkarmak için her şeyi yapan, oğlu tahta geçince de kah gelinine kah çevresine etmediğini bırakmayan hırslı kaynana Margaret Beaufort ise torunun erkek varisinin yaşayamayıp tahta kızlarının çıktığını görse ne düşünürdü acaba... Üstelik tahta çıkan ikinci kız torunu Elizabeth'in yıllarca hüküm sürdüğünü düşünürsek.
Dizide her türlü hile hurda, entrika ve ihanet mevcut. Taht ve iktidar hırsı her tarih sahnesinde aynı; insanın tüm değerlerini elinden alıp onu bir canavara dönüştürebiliyor.
Bu arada bu beyaz-kırmızı ne iş derseniz; beyaz gül York, kırmızı gül ise Lancaster hanedanının sembolü. İki aile birleşince kırmızı renk baskın beyazlı Tudor gülü kullanılmaya başlanmıştı.
Son bir not olarak genç yaşta ölen IV. Edward'ı Jeremy Irons'ın oğlu Max Irons canlandırıyor. Açıkçası babasının karizmasını kendisinde göremedim, bir kraldan çok boyband üyesine benzese de IV. Edward'ın eğlenceyi, kadınları pek seven bir karakter olduğunu da biliyoruz. Jüri özel ödülüm ise Shakespare'in de eserine konu olan o çağın nefret objesi III. Richard'ı canlandıran Aneurin Barnard'a gidiyor.
Dizi daha çok kadın izleyiciye hitap ediyor, eğer benim gibi tarihi kurgu seviyorsanız deneyin derim.
Aneurin Bernard gerçekten muhteşem keşke onunla ayrı bir dizi çekseler o III. Richardı canlandırsa ve dizi 1000 bölüm sürse :)
YanıtlaSil