28 Aralık 2014 Pazar

I Hate Clara Oswald

Bu başlığı seçtim çünkü gerçekten üzgünüm ve hatta kızgınım. 

Doctor Who hayatımda en sevdiğim ve an be an takip ettiğim dizilerden beri. Retro havalı düşük bütçeli döneminden son yıllardaki süslü ve epik haline kadar.

Russell T. Davies sonrası Moffat diziyi katlediyor döneminde bile diziyi hala sevdim, hatta savundum ama bugün itibariyle karar verdim ki, ben maalesef bu diziyi izlemeye artık dayanamıyorum ve devam edemeyeceğim.

Noel özel bölümü Last Christmas Inceptionvari senaryosuyla aslında hiç fena bir bölüm değildi ama Clara denen gerizekalı karakteri, Danny mıymıylarını, Doctor'a olan salak afra tafrasını ve finalde seyirciyi duygulandırmaya çalışsa da bana sadece bir Mature pornosu introsu hissi uyandıran aptal romantik anlarıyla değil bölümden etkilenmek konsantre bile olamadım.


Clara karakterinin giderek saçmalaması ve diziye yayılmasını iki sezondur dehşetle izliyorum. İlk başta Matt Smith ile döneminde bu kadar da itici değildi esasen ama zaman ilerledikçe özellikle de Peter Capaldi'nin geldiği son sezonda adeta Clara Who dizisi izledik. İlk bölümlerde zaten bostan korkuluğu olarak gezinen Doktor adeta companion gibiydi. Doktoru aşağılayan, kimi zaman tokat atan, aptalca afra tafra yapan bu karakterin üzerine kendisi kadar eblek erkek arkadaşı ve hiç de hissiyat yaratamayan yapay duygusallıkları eklenince tam anlamıyla diziye tüy dikilmiş oldu. Bu sezonun finalinde üstelik karakteri canlandıran Jenna Louise Coleman'ın adının en başa yazılması ile bu kız BBC'nin sahibiyle mi çıkıyor diye düşünsem de gerçek hayatta Jon Snow rolünde tanıdığımız Kit Harrington ile birlikteymiş.

Zaten son derece zayıf bir sezon izledik. The Master'ın kadın olarak dönüşü hiç de şaşırtıcı ya da etkileyici değildi, mükemmel bir oyuncu olmasına karşın Peter Capaldi'nin döktürdüğü anlara da maalesef çok nadiren tanık olduk. Onu yerine Doktor'a trip atan Clara, Danny ile aşk acısı çeken Clara, bir şeyleri çözen Clara gibi anlamsız şeyleri izledik durduk.

Coleman'ın noel bölümü ile gideceğini duyunca bir nebze umutlanmıştım. Çünkü Capaldi özellikle son dizisi The Musketeers'da gördüğümüz gibi aslında çok iyi bir oyuncu. Tüm bölümü "Ne zaman ölecek bu" diye izlememe karşın tam tersi karakter diziye döndü, hatta aptalca bir romans da yaşandı ve akabinde öğrendim ki Coleman bir sezon daha anlaşma imzalamış. 

Eskiden kare kare izlediğim diziyi artık görmeye tahammül edemiyorum. 

Amy Pond, River Song hatta en önemlisi bence Donna Noble gibi karakterler de güçlü, dikbaşlı ve cesur kadın profilleriydi. Ama bu karakter gerçekten çok itici ve dozu kaçmış bir şekilde yaratıldı. Danny'sine kavuşmak için Tardis'in anahtarlarını çalıp küçük beyniyle Doktor'a şantaj yapabileceğini düşünen bir karakter izledik. Normalde companionlarla Doktor arasındaki bağlantı yeni nesil dizi kurallarıyla grileştirilmeye çalışılsa da bence sonuç çok kötü oldu.

Velhasıl acı ki bu bölümle yıllardır takip ettiğim ve çok sevdiğim büyülü bir diziye veda ediyorum. Bu karakteri genel olarak takipçiler, çocuklar ya da bir şeyler çok seviyor diye tahmin ediyorum ama yıllar içinde dizinin giderek bozulan ruhu artık bence geri dönülemez bir noktaya gelmiş durumda. Yeni nesile sevdirmek ve daha çok merchandise satmak vb gibi motiflerin güçlü olmasını normal buluyorum ama zamanında inanılmaz bölümlere imza atmış Moffat'ın bu kadar saçmalamasına da anlam veremiyorum.

Russell T. Davies her daim başkaydı, bu bir gerçek. 

Velhasıl gönlüm hep bir Whovian olarak kalsa da bundan sonrası için Moffat'a izan diliyorum. 

 

21 Aralık 2014 Pazar

En Uzun Gece

Yazmayalı çok oldu. Bir süredir çok koşuşturuyorum, giderek alışkanlığa dönüşüyor. Öyle ki dursam sanki garip olacak, bir şeyler yanlış gidecek.

Kendim bildim bileli ekinoksları ve gün dönümlerini ayrı sevdim. Dünyanın da tamamen kendine ait dört günü olması çok güzel bir şey.


Bir çok sembolizmi doğurmuştur bu günlerin varlığı. İlkbahar ekinoksu ile yaşamın uyanması, yeni başlangıçlar, tohumun atılması ve ilk çiçeğin açışı. Tözün kalpte hissedilmesi ve giderek gelen güç hissi. Akabinde gelen yaz gündönümü ile en uzun gündüzün yaşanması; büyüme, parlama ve her şey tüm ışıltısıyla ortada. Güneş parlıyor ve her şey yolunda. Ancak en uzun gündüzten sonra geceler uzamaya başlar. Ne kadar unutmak istesek de...


Derken hasadın toplanma vakti gelir, meyveler olgunlaşmış ve tüm birikimlerimiz bizi çağırmaktadır adeta. Ekinlerimizi toplarken daha güçlü ve güvende hissederiz, kimi zaman belki de biraz tekdüze. Tarlayı çekip çevirmek disiplin ve emek ister, ve sürekli bitmek bilmeyen bir tekrar. Ancak sonunda en çok sahip olmamız gereken şükür duygusudur.


Tekrar dengeye gelir ışık ve karanlık bir ekinoks sonrasında. Işığın ve karanlığın bitmeyen döngüsü nihai bir dengeye ulaşmıştır kısa süreliğine. Her ne kadar geçici olsa da huzur verir insana ve yeni bir yolculuk için tekrar saatler işlemeye başlar.


Aydınlık yeryüzünden eteğini çekmeye, karanlık çökmeye ve soğuk kaplamaya başlar her tarafı. İşte bu dönem kendine dönmek için en uygun zamandır aslında. Yanındaki hasat ve aklındaki bilgiyle düşünme vaktidir her şeyi.

Ve nihayet en uzun gece gelir, öyle ki bitmeyecek gibidir. Oysa ki şafağın söküşüyle ışıklar yeniden yükselişini kutlamaya başlayacak ve yeni bir hikaye başlayacaktır kış gün dönümü sonrası.


Sonsuza dek sürecek bir öyküdür ebedi dengenin hikayesi, ancak doğası her zaman devr-i daim üzerine kurulu. Kazanmak ve kaybetmek, yükselmek ve düşmek,  yaşamak ve ölmek...

En karanlığın içinde her zaman bir aydınlık, en yanlış görünenin içinde dahi bir hakikat yatar.

Su akar yolunu bulur, bazen hiç anlayamadığımız olaylar bizi aslında ulaşmamız yere götüren kervanlar olur.

Çünkü âşk her şeyi yener.




25 Eylül 2014 Perşembe

Pink Floyd - The Endless River

Tam tamına yirmi yıl sonra biz Floydianları bir albüme kutsamaya karar vermişler. The Division Bell dönemine ait materyaller ve Rick Wright'ın anısına yapılmış parçalardan oluşan bu albüm yıllar sonra yeni bir Pink Floyd albümü dinlememizi sağlayacak.

En son 1994'te High Hopes'un son satırlarında kalmıştık: Forever and ever.


The Endless River sözü de bu parçanın içinde geçer:

The grass was greener
The light was brighter
The taste was sweeter
The nights of wonder
With friends surrounded
The dawn mist glowing
The water flowing
The endless river

Forever and ever.

Kapağı bile içime huzur veriyor. Youtube'da yayınlanan 30 saniye yeni bir Marooned gibi.

Sonuç olarak gene defalarca dinleyeceğimiz, hayatımızı güzelleştirecek bir kaç saat bizi bekliyor. Gönül isterdi ki Gilmour, Mason'ı da alıp bu albümün şerefine dünya turnesine çıksın biz de dünya gözüyle onları görelim ama maalesef bu olmayacak.

Albüm 10 Kasım'da çıkacak, heyecanla bekliyorum.

İşte yayınlanan 30 saniyelik bölüm:



Ve 94'teki son veda, High Hopes:


Son olarak Rick Wright'ın anısına şaheseri The Great Gig In The Sky gelsin:


And I am not frightened of dying any time will do
I don't mind. Why should I be frightened of dying?
There's no reason for it you've gotta go sometime.

Tarot // Araba

Büyük Arcana destesinin yedi numaralı kartı Araba - ingilizcesi The Chariot-, daha doğrusu Savaş Arabası Tarot destesinde en sevdiğim kartlardan biri. Bu zamana kadar neden hakkında yazmamışım, hayret.

Kartı birlikte inceleyelim. Adeta Helios'un oğlu gibi başında yıldızlı tacı ve sarı saçlarıyla savaşçı aracına binmiş. Arkasında geride bıraktığı bir şehir var. En önemlisi de onu yepyeni ve bilinmez bir yol bekliyor.


Antik Mısır sembolizminin yoğun olarak kullanıldığı bu kartta savaşçının arabasının üzerinde Güneş Kursu sembolü var. Ondan ötürü de savaşçının temel dürtüsünün benliğinden gelen istekleri ve egosu olduğunu düşünebiliriz. Omzundaki hilaller adeta sağ ve solunda duran melekler gibi içgüdülerini temsil ediyor. Alnındaki yıldız ise bu yolculuğa körlemesine çıkmadığını zihninde bir ışık yandığını ve hazır olduğunu söylüyor.

Arabanın üzerindeki yıldızlarla bezeli örtü de savaşçının zihninden gelen ilhamın göksel olduğunu vurgular nitelikte. Ancak kendisi ne kadar hazır hissetse de aslında önünde çok büyük bir sınav var.

Aracını tam bir yin-yang sembolizmi içindeki iki tane sfenks çekiyor. Her zamanki gibi; aydınlığın içinde karanlık, karanlığın içinde aydınlık var. Hilallerden gelen dürtüyle nereye hareket ederse etsin kart aslında bize hangi yola gidersek gidelim asla tam olarak iyi ya da kötü olamayacağını hatırlatıyor.


Ve savaşçı ne kadar emin görünse de doğru bir yolda gitmek için sfenkslerini kontrol etmeyi öğrenmek zorunda. Bir sfenksi daha fazla kontrol ederse yolu değişecektir. Diğer sfenksi daha çok yorarsa o tarafı pes edecektir. Yolunda kararlı ve emin bir şekilde gitmesinin tek yolu iki yoldaşını da eşit oranda dengede tutarak onları yönetmek olacaktır.

Bu kartta at yerine sfenksin seçilmesi de tesadüf değil. Sfenks her daim bir güç sembolü olmuştur. İnsan başlı sfenks güneş sembolüyle birleşerek aslında yazının başında belirttiğim noktayı işaret eder. Bu kart kişinin istekleri için göze aldığı yolculuğu ve tamamen kişisel iradeyle harekete geçmeyi temsil eder. Bu yapılırken hem geride bırakılanlar olacaktır hem de aşılması gereken ego savaşları.

Kendimize kızdığımızda bir sfenksi terketmeyi seçebiliriz, ya da ne yapacağımızı bilemeyip arabamızın kontrolünü kaybeder ve çevremizde daireler çizeriz. Bunun sonu kimi zaman arabanın devrilmesine kadar gidebilir. Kimi zaman da kendi değerimizi aşırı büyütüp sonunda düşkırıklığına uğrarız.


Aslında en önemli olan ne yaparsak yapalım asla tek bir doğrunun, sadece beyaz ve siyahın olmadığını anlamaktır. Hakikate erişip gerçekten ilerlemenin tek yolu iyi ve kötünün ötesine geçip hem içimizdeki yıkıcı hem de yapıcı güçlerle barışmaktır. Nitekim bazen daha iyi bir bina inşa etmek için eskisini yıkmak gerekir. Bu da genelde kendimizle başbaşa kalıp yüzleşerek kendimize bile sakladığımız şeyleri itiraf etmekten geçer. Bu yüzleşme sonucunda ya bu noktalarımızdan eksik ve kusurlu olanları düzeltir ya da artık bize faydası olmayan şeyleri de geride bırakırız. Aynısı insanlarla olan ilişkilerimizde geçerlidir.

Kendi güvenli kalemizden çıkıp isteklerimizin peşinden gittiğimizde elbette fedakarlıklar olacaktır, ancak belki de tahmin ettiğimizden çok daha yakınlarda bir yerlerde gerçekten bulmak istediğimiz yer bizi bekliyor. 

28 Ağustos 2014 Perşembe

En iyi 10 Iron Maiden Parçası

Geçen sabah pek sevgili bir arkadaşla işe giderken yolda sesi bangır bangır açıp Maiden dinledik. O sabahtan beri virüs gene uyandı, pek de uyumaz ya.

90'larda karışık kaset yapmaya çalışırken bir kasede ancak en sevdiğiniz parçaların yarısını doldurmayı başardığınız gruba en sevdiğiniz grup denir. Mevzu metal olunca da haliyle Maiden bu ünvana sahip benim için, neden?

Çünkü bu bir gönül meselesi.

10 Parça yetmeyeceğinden muhtemelen bir yedek listem daha olacak. Ama zorlayalım bakalım benim ilk 10'um nasıl oluyormuş?



1 - The Evil That Men Do

Sözleriyle, Adrian'ın o inanılmaz solosuyla herşeyiyle mükemmel. 1 numarayı seçmek için çok düşündüm ama gene de tatava yapmadan yazıp geçiyorum.


2- Stranger in a Strange Land
Adrian Smith'in attığı hatta Maiden tarihinin en hisli en David Gilmour solosunu içerdiği için pek özel, pek güzel.


3- 22 Acacia Avenue
Çok ayrı bir şey bu. O kapanışındaki solo, ortasındaki solo, Bruce'un vokali. Anlayamazsınız.


4- Killers
Hayatımda dinlediğim ilk Maiden parçası olduğu için belki de özel ama o haşinlik, o gaz kaç şeyde var allasen. Başında bir de The Ides of March da olmalı tabii ki.


5- The Clansman
Virtual XI çıktığında tek dileğim bu parçayı Bruce'un söylemesiydi. Hayaldi, gerçek oldu. Rock in Rio versiyonu çıldırtır.


6- Aces High
Runnn liveee to flyyy, flyyy tooo liveee demek istiyorum sadece.




7- Rime of the Ancient Mariner
Epik. Destan. Steve Harris şaheseri. Ve tabii ki Live After Death versiyonu.



8. Wasted Years
And realize you're living in the golden years!


9. The Trooper
Yazmadan olmaz tabii ki, Dream Theater bir konserinde bunu çaldığında kalabalığın kendi parçalarından fazla çıldırdığını görünce hafif alınmıştı.



10. 2 Minutes to Midnight
En karizma Maiden parçalarından biri kanaatimce. Adrian'ın rocker ruhu dışarı taşmış.



Eh tabii ki kesmedi, o zaman devam edelim. İkinci liste devam.

11. Dream of Mirrors
Yeni dönemin en güzel parçası benim için. Sözleriyle, Infinite Dreams'in devamı olmasıyla.



12. Infinite Dreams
İkisini yanyana koymasam olmazdı.



13. Fear of the Dark
Eh, haliyle listede olacak!


14. Run to the Hills
Ben bu listeyi yirmi şarkıyla da bitiremeyeceğim galiba.


15. Flight of Icarus
Bunun da yeri ayrıdır. Ayrıca klipteki o beyinle takılan eleman Nicko.


16. Revelations
Balad tadında, şiir gibi. Hele bir de Live After Death olursa. Los Angeles can you feel it?


17. The Number of the Beast
Six six six demeden olmaz tabii ki.


18. Blood Brothers
Gene pek lirik, pek duygulu, pek etkili bir yeni dönem klasiği.


19. Alexander the Great
Sırf o ortadaki efsanevi bölüm ve solo yeter. Hiç canlı çalmamaya inat edebilirsiniz Maiden üyeleri ama çaldığınız gün ben orada olacağım.


20. Afraid to Shoot Strangers
Janick Gers'in hayatında attığı en güzel solo. Net.


25 Ağustos 2014 Pazartesi

Her

Robotsever bir insanım. Hani n sene içinde robotlarla savaşacağımıza falan inancım tam. Ama gene de seviyorum onları. Ne demişler, savaşma seviş. Bu mana dolu girişten sonra filme döneyim en iyisi.

James Cameron'un heykelini dikeceksiniz ileride. Asimov'un da olabilir, neyse tamam.

Bu kadar robot dememe karşın film robotlar hakkında falan değil. Çok gelişmiş, hatta karakter sahibi bir yapay zeka ve bir adamın aşk hikayesi diye özetleyebiliriz. Yok özetleyemeyiz.


Joaquin Phoenix, ki kendisini sırtlan suratlı roma imparatoru Commodus'u canlandırdığından beri severim, filmin çoğunda tek başına olmasına karşın şahane bir oyunculuk sergiliyor. Diğer başrolümüz ise sadece sesiyle Scarlett Johannson. (Bu ara resmen overdose oldum onu izlemekten) Bundan sonrası spoiler.

Artık insanların sevdiklerine bile mektup yazmak için birilerinden hizmet aldığı, tamamen telefon ve türevlerine gömülmüş bir dünyadayız. Çok da uzak bir gelecek değil üstelik. Aynı konuyu Black Mirror çok çarpıcı bir şekilde iki sezondur yansıtıyor. Bu temanın çok daha sert bir versiyonunu S02E01 Be Right Back isimli bölümde bulabilirsiniz. Daha geyiğini istiyorsanız da The Big Bang Theory'de Raj ile Siri'nin hikayesi de olur.


Theodore (JP) kendini belki ötekileştirmesinden ötürü sevdiği karısını kaybetmiş bir adam. Öyle ki bir sene boyunca evliliklerinin ipini kesecek imzayı atamıyor. İşte bu boşluk döneminde akıllı işletim sistemi Samantha'yı satın alıyor.

Samantha'nın aşırı gerçek kişiliği izleyiciye abartılı gelebilir insana ama aslında iki karakterin yaşadığı ilişki bir yandan da ICQ, MSN türevlerinde yaşanan uzak mesafe ilişkilerinden farksız değil. Birbirini görmeyen ve dokunamayan iki insanın birbirine aşık olması. İmkansız mı? Değil.

Ancak önemli bir detay da var bana göre Samantha bir işletim sistemi, ve giderek kişilik kazanıyor. Değişiyor. En sonunda 641 ayrı kişiye aşık olup Theo ile konuşurken başka bir sürü işi de yapıyor. Bunun için illa bilgisayar olmak gerekli mi? Biriyle birlikteyken başka "yeni" biri ile heyecanla konuşan insanlar hiç mi yok dünyada?


Filmin başında Samantha daha kıskanan tarafken zamanla bu değişiyor. Kendisinin başka bir felsefi işletim sistemi Alan ile diyalogları sırasında Theo'nun suratında kızgınlık ve yetersizliği görmek mümkün. Tıpkı daha "güçlü" bir rakibi görmek gibi.

Filmin diğer bir dilemması kendisini bu kadar soyutlarken Theo'nun aslında insanları ağlatacak ya da güldürecek kadar kalplerine dokunan yazılara yazabilecek derinlikte bir insan olması.

Hikaye ilerledikçe başka insanların da işletim sistemleriyle birlikteliğini görüyoruz. Aslında işin aslı çok belli. Herkes onu anlayabilen bir insan istiyor hayatında, tam olmasa da ne kadar çok olursa. Öyle ki bunun için o kişinin bir insan olmasına dahi gerek yok. Hatta olmasa daha mı iyi? Sinirlenince format C:\ yapmak sanki daha kolay. Olmadığını Samantha'nın bir kaç dakikalığına offline olduğunda Theo'nun paniğinden görüyoruz.


Velhasıl insan ırkının belki de en çok istediği şey, anlaşılabilmek, yalnız olmadığını hissetmek.

Bu kadar temel ihtiyaçlarımız varken neden bu his genelde kazanılamaz işte her daim merak edilecek soru bu.

Şu anda kompleks AI'ler olmasa da özel arkadaşlar servisleri mevcut. İlgi alanlarınız, hayat görüşünüz, istediğiniz tarz vb gibi bilgilerle muazzam paralarla özel eğitilmiş kişilerle bir haftasonluğuna real girl/boyfriend experience satın alabiliyor insanlar. Tıpkı Samantha gibi.


Bu tür şeyler hiç de uzak gelmiyor bana, aslında yazılabilecek çok şey var konu hakkında. Giderek herkesin kendine döneceği aşırı bireysel bir dünyaya doğru gidemeden Ebola ya da Göktaşı vb ile ayvayı yer miyiz, yoksa telefonlarına yapışarak radyasyondan yeni yeşil boynuzlar mı çıkarırız bilmiyorum.

Ama bu filmin üzerine bir kaç bölüm Battlestar Galactica izleyesi geliyor insanın doğruya doğru.

Güzel filmdi.

"I think anybody who falls in love is a freak. It's a crazy thing to do. It's kind of like a form of socially acceptable insanity."




24 Ağustos 2014 Pazar

Doctor Who 8. Sezon

Ve beklenen an geldi çattı Whovian'lar. Dün itibariyle yeni sezona başladık.

Doğruya doğru özellikle son bir kaç senedir dizinin o absürd halini oldukça özlüyorum. Cyberman vs Dalek gibi saçma ve müthiş diyaloglar, Donna Noble tarzında companionlar. Seri giderek epikleşiyor malumunuz.

Rings of Akheten tiradı gibi sahnelerde gözler doluyor mu evet ama eski sezonların o havasını da arıyorum. Neticede epik bir çok yapım var, absürdlük ve kimi zaman retroluğuyla DW ayrılıyor diğerlerinden.


Genelde yeni doktoru yadırgama konusu sıkça olur seyircide, ben de dahil. Ancak Musketeers'daki süper performansından mıdır bilemiyorum Peter Capaldi ilk an itibariyle kafamda oturmuştu, bu bölümde de yanılmadığımı anladım.

Gelelim "ancak" kısmına. İzleyen herkesin dile getirdiği gibi çok "normal" bir açılış izledik. Belki de The Eleventh Hour gibi bir giriş bekliyorduk. Olmadı. Kendi adıma bölümü heyecanla izleyememin en temel sebebi belli: Clara. Pek tabii spoiler kısmı başlıyor.


Bölüm içinde öyle bir an geldi ki artık dizi Clara Who'ya dönecek gibi geldi. Anlamsız mıymıy diyalogları olsun, yeni doktora verdiği saçmasapan tepkilerle gözüm scroll tuşuna gitmedi değil. Hakikaten ilk baştan beri ısınamadığım bir karakter ama giderek daha çok sıkıyor. Adam yeni rejenere olmuş kafayı yiyor, "Gülme ben sana ne zaman güleceğini söylerim" falan nedir yahu. Birazdan "çekemeyen anten taksın" diyecek sandım. Ya da "lafına bakarım laf mı diye doktoruna bakarım adam mı diye" de olabilir.

Diziden ayrılacak diyorlar Chrismas Special sonrasında, umarım öyle de olur. Moffat bu karakteri iyi yaratamadı. Rose Tyler, Donna gibi companionları arıyor insan.

Yeni River Song'umsu karakter de aşırı teatral ve garipti. Bir kaç saniye gördüğümüzden önyargı yapmayacağım şimdilik.


Bir de doktorun yaşlılığına çok takmışlar kafayı. İlk serileri bilmiyor musunuz? Boyband üyesi doktor bitti özetle. Tamam David Tennant diye bir gerçek var, ama artık diyalogların bu konuda uzamasından Capaldi için üzülmeye başlayacaktım neredeyse.

Mesaj verildiği gibi daha "soğuk", daha insan olmadığının bilincinde, karanlık bir doktor izleyeceğiz. Bölümde çok ilginç bir şey yok esasen, gelecek bölümlerde kısmında Dalek sesi duymak iyi geldi.

Daha ısınamayanlara kocaman bir sürpriz de son sahnede geliyor. Matt Smith'i görmek güzeldi.

Umarım The Day of the Doctor gibi heyecan uyandıran bölümler izleriz, ancak ilk bölüm bende pek bir etki uyandırmadı. Hoş o bölüm de bir çeşit cheatli oyun gibi. Gene de Dalek kına gecesi videosu olsa tüm bölüm gene izlerim bir şekilde. (Baya ilginç bir bölüm de olur aslında)

Bekleyelim ve görelim.


23 Ağustos 2014 Cumartesi

Tyrant

Bu yılın en dikkat çekici yapımlarından biri benim için. Tüm detaylarıyla adeta bir karışık kumpir olarak tasarlanmış hayali ortadoğu ülkesi Abuddin'de geçen güç savaşları odaklı dizide tanıdık pek çok olayı izlemek mümkün.


Ülkeyi yirmi yıldır dikta ile yöneten Baba Al-Fayeed'in ölümüyle yerine küçük oğlu Jamal geçer. O günlerde yıllardır ülkesinden pek çok sebepten uzaklaşıp bilindik amerikan bir hayat süren büyük oğul Bassam da o sırada oradadır ve başta gönülsüzce burada bir yüzleşme içindeyken en sonunda kendini güç savaşının tam içinde bulur. Yurtdışında yaşayan medeni doktor imgesi haliyle Beşer Esad'dan alınmış. Kökeninden kopmak isteyen Bassam adını Barry olarak dahi değiştirir. Bassam'ın yabancı annesi ve renkli gözleri ise Ürdün Kralı Abdullah'ı hatırlatıyor.


Diğer tarafta ise ülkeyi aslında pek yönetmek istemeyen ama bir yandan iş başa düştüğü için geri çekilmek de istemeyen psikopatlık ile çocuk ruhluluk arasında kalmış küçük kardeş Jamal var. Bazı tavırları Saddam'ın psikopat oğlu Uday'ı çağrıştırıyor.

Dikta yüzünden halk ayaklanmaları, amerikanın elinin sürekli ülkenin üzerinde olması, cuntacı ordunun başındaki sadist amca, Barry'nin demokrasi sevdası -hikayenin gidişatına göre tam bir Amerikan stili "demokrasi" getirmeye doğru gidebilir- ve giderek içinde artan iktidar hırsı ile hem tanıdık hem de ilgi çekici olaylar izliyoruz.


Beni en etkileyen sahneyi paylaşayım. Halk dikta rejimini ve on küsur sene önce uygulanmış kimyasal soykırımı prostesto ederken aralarından bir şehit seçilir. Bir adam meydana çıkar ve kendini canlı canlı ateşe verir. O sırada adam yanarken bir yandan yeni diktatör Jamal ve babasının propaganda afişlerini asan bir baba oğulun diyalogları aslında hem çok acı hem de çok tanıdık: (aşağı yukarı şöyleydi)

- Orada bir insan yanıyor baba, yardım edelim
- Kafanı dön ve işini yap. Bu işi sana bulmak için neler çektim. Paraya ihtiyacımız var, en ufak bir şekilde ilgimiz olduğunu düşünürlerse bunu da kaybederiz. Arkanı dön ve işini yap.


Adam orada cayır cayır yanarken baba oğul diktatörün posterlerini asmaya devam ederler. Tıpkı ülkemizde "düşük faizli kredi" politikası ve kredi kartlarıyla boylarını kat be kat aşan borçların altında kalmış ve o borçlarını ödeyememe korkusu ile işini kaybetmemek için şu anki sistemi destekleyenler gibi. Kredi borçlarını ödemek için yüzlerce kişi ihmalden ölse de "çarem yok, borcum var gene madene gireceğim" diyen işçiler gibi.

Suni bir refah çağrısı ile onlarca yıl borç bağımlısı olan insanlara en ağır koşullara, tüm adaletsizliklere rağmen "buna da şükür" demesi sağlanıyor. Bu suni refah balonu ne zaman patlar o da ayrı bir yazı konusu.

Diziye tekrar dönersek çekimleri İstanbul'a alındı. İzlerken tanıdık yerler görmeniz mümkün. Pek takip edilesi dizi kalmadığı bu dönemde Tyrant ilginizi çekebilir.

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Noah

Bilen bilir Darren Aronofsky her daim en sevdiğim yönetmenlerden biri olmuştur. Bunda şaheseri The Fountain'ın yeri mühim. Üzerinden yıllar geçse de "hayal ettiğim film" ölçütlerine bu kadar yaklaşabilen başka film tanımıyorum. (Bir nebze de Cloud Atlas diyebilirim)

Popüler kültür karşıtı olmanın yanından geçmesem de kendisinin en popüler filmi olan Black Swan en az sevdiğim filmi oldu. Siyah Kuğu sahnesi gibi bir kaç epik an dışında sevmedim, sevemedim.


Pek tabii Darren Aronofsky'nin süte doyduğu an, Clint Mansell'ın müzikleri ile görselliğinin birleştiği andır. Nitekim Noah'da da aynı gelenekten vazgeçmiyoruz.

Filme dönecek olursak Noah, Aronofsky'nin "dünyevi" meselelerden kurtulup kendi mistik dünyasına dönüşünün eseri diyebiliriz.

Imdb'de çok düşük puan alınıp yerden yere vurulmasına karşın diyebilirim ki bu sene kendi adıma izlediğim en etkileyici film oldu. Bundan sonra spoiler gelecek.


Tufan öncesi dünyanın sahibini gelişmiş ve kendini yok eden bir uygarlık gösterdiği açılış sahnesi ile zaten film kalbimi kazandı. Esas lanetlenen olgu olan Nuh'un insani tasviri, bocalamaları, bir seçilmişe yakışmayacak karmaşalar içinde olması asıl filmi güçlü kılan detaylar oldu benim için.

Filmin genel dokusu masalsı ve etkileyici, arkada muhteşem müziklerle bu etki artıyor. Ancak filmi eleştirirken "fantastik" sever izleyicinin "O kuşlar nasıl geldi oraya", "O hayvanlar nasıl uyudu çok saçma", "Bir kere sığmaz ki oraya o kadar varlık" gibi yorumlarını gerçekten anlamak mümkün değil. Ki bu tür eleştirileri yapan pek çok kişinin zaten dinsel inançları olduğunu düşünürsek çelişki artıyor, neyse bunu geçelim.


Filmi eleştirebileceğim en önemli kısım Tubal Cain'in tufan sonrası gemi içindeki varlığıydı. Anlamsız bir gerilim yaratmak için bu tür bir filme eve saklanan psikopat komşu karakterinin yedirilmesi, sonra Screamvari bir şekilde elinde bıçakla çevresindekilere saldırması gibi sahneler son derece gereksizdi.

Ancak bunun dışında Nuh'un kraldan çok kralcı olup tanrının işaretlerini bir sınav olarak görmesi gibi bocalama sahneleri aslında son derece gerçekti, çünkü son derece insaniydi.


Anthony Hopkins'in çizdiği Methuselah portresi de filme en renk katan kısımlardan biri olmuş. Alevli kılıç sahnesi müthişti. (Kendisi oynamasa da)

Favori sahnem gözcülerin toprak bedenlerinden kurtulup göğe yükseldikleri andı. Gerçekten orada "ilahi" bir an yaşandığını hissetmek mümkün. Ayrıca evrim sahnesi de gayet güzeldi. İnsana geçişte akıllı tasarıma göz kırpsa da dini temelli bir filmde Fat Boy Slim klibi çıkmasını beklemek biraz imkansızdı. (Gene de yapsan sana puanım dokuz değil on olurdu kanka, olsun)


Velhasıl eğer biraz mistik, epik şeylerden hoşlanıyorsanız önyargısız bir zihinle izlediğinizde filmden epey keyif alacağınızı düşünüyorum. Son olarak Aronofsky'nin ileriki sinema kariyerine gişe filmleri yapıp para kazanma zorunluluğu kaçınılmaz olsa da voleyi vurduğu bir sonraki filmden sonra gene bu tarz işlere dönmesi temennim. Hele şöyle bir Atlantis filmi yapsa tadından yenmez, buradan yetkililere sesleniyorum.

Guardians of the Galaxy

Biraz daha yazmam lazım. Bu yılın yazı adedi sadece bir! İkincisi de Guardians of the Galaxy olsun o zaman.

Bu evrenin diğer izlediğimiz Marvel filmlerine göre en önemli farkı kendisini ciddiye almaması ve absürd muhabbet sever izleyiciye hoş anlar geçirtmesi. Neticede rage’e girmiş bir şekilde ortalığı tarayan bir rakunu her gün görmüyoruz.


Bradley Cooper’ın seslendirdiği Rocket benim için filmin en güzel şeyi. Kadim dostu Groot da aynı şekilde gönüllerin oscarını alıyor. İzledikten sonra saksıya fide dikip kendi Groot’unu yaratma isteği olası.

Tabii filmin insansı karakterlerini unutmamak lazım tipim olmasa da bu filmde epey bir üne kavuşan Chris Pratt esas çocuğu iyi kotarıyor. Avatar’da mavi rengiyle karşımıza çıkan Zoe Saldana bu sefer yeşil. Star Trek’te de oynadığını düşünürsek değişik tipli ve renkli bilimkurgu kadını ikonu olmaya aday.


Glenn Close, Djimon Hounsou ve Benicio Del Torro ufak rolleriyle filme renk katıyorlar. Ancak esas konu şu ki fantastik filmlerin aranan uyuz adamı olma yolunda Lee Pace Ronan rolüyle önemli bir adım atıyor. The Hobbit’de Thranduil rolünü bu konudaki başvuru yazısı olarak görebiliriz. Bu performansla giderse  sinema tanrısının yürü ya kulum dediği isimlerden biri olmak üzere.

Doctor Who’da Matt Smith’in yol arkadaşı olan Karen Gillan da dazlak kafası ve karanlık imajı ile karşımıza çıkıyor. Gayet beğendim. Şu dazlak kesimli saç modellerine bayılıyorum zaten.


Üçlemeye dönüşecek olan G.o.G. eğlenceli bir film. İlk başta “rakunla ağaç filmine mi gideceğim ben” diye düşündürtse de filmin sonunda insanları boşverip “üç saat rakunla ağaç çekseniz olur, izlerim” dedirtmesi olası. X-Men Days of Future Past’da göremediğimiz Stan Lee bu sefer cameosunu yapıyor, mutlu oluyoruz.

Yazıyı filmin en özlü sözüyle bitireyim: “We are Groot” 


28 Mayıs 2014 Çarşamba

X-Men: Days of Future Past

Yazmayalı neredeyse bir sene olmuş; yeni iş, yeni ev, evlilik derken burası terkedilmiş western filmi kasabasına dönmüş. Arnold'un dediği gibi: "I'm back"

Geçen sene son yazım pek sevgili Marvel külliyatından The Wolverine hakkında. Son yazı bir fiyasko hakkında olsa bu sefer şöyle doya doya kendimden geçerek izlediğim bir Marvel filminden bahsetmek güzel.

Bundan sonrası full spoiler, resim falan da koyuyorum ama filmi izlemediyseniz kesinlikle uzak durun, aşağıya gözünüz kaymasın.


Öncelikle çok açık ve net en iyi X-Men filmi bu. Adeta bir X-Men patch dosyası. Özellikle X3 yüzünden patır patır ölen karakterleri, sapıtan konuları çok iyi toparlıyor. -Jean Grey, Cyclops hatta ve hatta Profesor X'i bile öldürmüşlerdi. Birkaç tane daha Savulun Wolverine Geliyor filmiyle nereye kadar?

Neyse X-Men: First Class malumunuz gayet eli yüzü düzgün, bizleri müthiş etkileyici genç Magneto ve Charles Xavier ile tanıştıran ek olarak da on numara soundtrackli bir yapım oldu. Sırf Rage and Serenity sahnesini n kere izlemişimdir. Days of Future Past ise resmen görüyor, arttıyorum diyor.

Filmi kare kare anlatmayacağım ama gelecekte sırf Mystique'in bir kararı sonucunda başlayan olaylar zinciri en sonunda mutantların ve ona yardım eden insanların acımasızca yok edildiği pek karanlık post-apocalyptic bir dünyaya varıyor. Gelecek tasvirleri gayet güzeldi, ayrıca o sentineller de pek sevimsiz, pek tehlikeli. Daha girişteki savunma sahnesinde affallıyorsunuz.


Gelecekte öne çıkan mutantlardan biri Blink. Esas adamımız Wolverine Shadowcat sayesinde zihnen geçmişe yolculuk yapıyor ve olayların gerçekleşeceği 1973'e dönüyor.

Burada acıların çocuğu Charles "Leave me alone" Xavier, Hulkvari takılan Beast ve en cool haliyle Magneto'yu görüyoruz. Jennifer Lawrance'dan pek haz etmesem de ilk filmde daha olgunlaşmamış kafası karışık bir kızken bu sefer kendinden emin ve çatır çutur çinli inanılmaz lastik kız tadında dövüş stiliyle şahane bir Mystique oluyor.

Geçmiş dönemin asıl yıldızı ise sırf o 10 dakikalık bölümüyle gönlümüze taht kuran Quicksilver oldu. Müthiş eğlenceli. Mutfak sahnesi ise tekrar tekrar izlenir.


Mutant düşmanı Trask Industries'in başında ise Game of Thrones'tan pek sevdiğimiz Tyrion reyizi canlandıran Peter Dinklage'ın oynadığı Dr. Bolivar Trask var. Mystique'in adaptasyon yeteneğini alıp gelecekte tüm mutantların başına bela olacak sentinelleri geliştirmek istiyor. Her zamanki gibi çok iyi ama ben onu delikanlı haliyle tercih ederim.

Bu filmde Magneto'nun dahiyane planları ile hırslı mallıkları birbirine karışsa da Xavier'e herkesi kesip biçerlerken sen neredeydin neden sadece :((( yapıp ağlamak dışında bir şey yapmadın diye posta koyması gayet yerindeydi.

Ayrıca Stryker ibişini de ara ara görüyoruz, zaten filmin sonunda Wolverine'i bulunca o Erol Taş sırıtışından herşey ortada. Malumunuz geçmişe döndüğünde Wolvi'nin daha adamantium bir iskeleti yoktu.

Soluksuz geçen bir ilk yarıdan sonra gene soluksuz bir ikinci yarı izliyoruz. Bir saniye bile sıkıldığımı hatırlamıyorum.


Filmin sonlarına doğru geçmiş ve geleceğin çapraz kurguda ilerleyişi harika Ancak bir son 10-15 dakika var ki filmi ele geçirdiğimde kesin tekrar tekrar izlenecek.

Geçmişte pek sevgili X-Men'lerimiz sentineller tarafından patır patır öldürülürken, Storm'un biçilmesi, Blink'in ölümü, ve en son sahnede Profesor X, Magneto, Wolverine ekibine ateş püskürtmeye hazırlanan Sentineller derken Mystique doğru seçimi yapıyor ve hop, gelecek değişti. Aslında sadece gelecek değil pek çok olay da.


Zaman değiştikten sonra Wolverine'in Xavier'ın okulunda gezmeye başladığı sahne herhalde X evreninin en duygusal anlarından biri. Sapasağlam tüm mutantları tek tek görüşü, herkesin mutlu mesut hayatına devam etmesi derken içimden bir ses pek tabii ya Jean dönerse yok yok umutlanma diye dürtmeye başladı. En son aynı gaz ve düş kırıklığını Star Wars Episode 3'te Qui Gon için yaşamıştım. (Scriptlerde bile vardı oysa, ama Liam Neeson ayağını kırınca oynamamış)

Ve sonunda kamera uzaktan kırmızı saçları gösterdi yok kesin ters köşedir derken bir bakıyoruz ki Jean Grey is back! Sevinçten resmen tepindim koltuğumda. Ve pek tabii ki Cyclops da geri dönüyor, sevindim mi, kesinlikle!. Wolverine muhtemelen bir nevi taşıdığı yükten kurtulup ilk kez Jean'e bu kadar mutlulukla "Seni uzaktan sevmek sevmelerin en güzeli" diyor içinden. Cyclops'a şefkatli bakışlar attığı an da çok eğlenceliydi.

Ve tabii ki Profesor X de ofisinde tüm karizmasıyla oturuyor. Mutlu son dediğin böyle olur!


Şahane bir finalle tüm seri derlenip toparlanıp, seyirciyi de mutlu edip bizi bir sonraki filme hazır hale getiriyor Bryan Singer. Jenerikler sonrasında ise bir sonraki 2016'da gösterime girecek olan X Men: Apocalypse ile ilgili kısa bir bölüm görüyoruz. İşin özü: Piramitleri Apocalypse yapmış.

Zaten buraya kadar okuduysanız gidin görün dememin bir anlamı yok ancak son temennim de artık bari bu filmde doğru dürüst Gambit'i görelim ya. Fox'un özel bir garezi mi var bilmiyorum ama bu kadar ikonik bir karaktere yer vermemek cidden çok anlamsız. Bir filmde daha Wolverine başrol olursa bayılabilirim artık.

Özetle, on puan on puan on puan kırk puanla şampiyon; IMDB'de de bastım onu.