9 Nisan 2020 Perşembe

Açık Büfe


Hep beraber bir izolasyon sürecinden geçiyoruz. Pek tabii bu durum insan ilişkilerine de yansıyor. İletişimimiz genel olarak telefonlar ve görüntülü bol ekranlı programlar üzerinden. Belki çok basit görünen bir iş ama arkadaşımızla oturup bir fincan kahve içmek bile lüks. Hatta şu anda cazip bir hayal… Çünkü erişemiyoruz ve mahrumiyet altındayız.


Mahrumiyet çok sihirli bir kelimedir aslında. Bir şeyin ulaşılmaz olması, kolay tüketilememesi her zaman daha büyülü ve caziptir. Misal ben kaset çağı çocuğuyum. Sevdiğim grubun bir kasetini almak ben ergenken çok büyük bir olaydı. Şimdiki gibi tek tuşla binlerce grubun tüm diskografisine tek tuşla ulaşamadığımızdan o kasetin anlamı her şeyden büyüktü. Defalarca o şarkıları dinler, kartoneti en ince detaylarına kadar inceler, bir yandan bir sonraki kasetin hayalini kurarak harçlık biriktirirdik. Belki de benim ve öncesi jenerasyonların müziğe bu kadar –hatta aşk düzeyinde- düşkün olma sebeplerinden biri de budur. Çünkü önünüzde binlerce şarkı varken hepsinin değerli olması imkansızdır. Ancak kısıtlı seçenek ve bir hayal varsa işte o şey bir anda epikleşir. İnsan ilişkilerimiz de yeni çağda bu şekilde. Herkes açık büfede tabağını tepeleme dolduruyor, geride yarısı yenmiş yiyecekler kalıyor.

Açık büfenin ana motifi tensellik değil her şeyin “açıkta” olması. Konu paylaşım boyutunun inanılmaz büyüklüğü. Mesela bir insan sizden hoşlandığı anda sosyal medya hesabınıza erişerek saniyeler içerisinde nelerden hoşlandığınızı, giyim tarzınızı, gittiğiniz yerleri ve ilgi alanlarınızı öğrenebiliyor. Stalk bu çağın bir gerçeği neticede. Ve sonuçta insanı en fazla yükselten şeylerden biri olan “merak” duygusu en baştan solmaya başlıyor. Eskiden defalarca sürecek sohbetlerle keşfedilecek konular zaten fabrika ayarlarında yüklü. İlk buluşmada karşı tarafa çaktırılmamaya çalışılsa da stalk sayesinde kişi karşısındaki insanı ondan iyi tanıyor olabiliyor. :)

Diğer konu zaman. Elimizde telefonlarımız bip bip Whatsapp, Instagram, Telegram ne varsa her yerden ulaşılmamız mümkün. Bir mektubun yolunun gözlendiği dönemlerde değiliz. Bir kişiden çok hoşlanıyorsak heyecanlanıyor ve bir anda günde 25 saatimizi o insanla konuşarak geçiyoruz. Bu başta hoş bir şey olsa da yine gizem soluyor, merak duygusu azalmaya başlıyor. En sonunda “Uyudun mu?” seviyesine geliniyor. Çağın gerçeği bu elbette telefonlarımızı çöpe atalım demiyorum ama her saniye ulaşılabilir olmak, her saniye bir insanla paylaşımda olmak da bir süre sonra yine ilişkiyi zipli yaşar hale getiriyor. En büyük yıldızlar en çok yakıt tükettiği için en hızlı patlayıp yok olanlardır. İlişkiler de sürekli yedinci viteste giden bir yarış otomobili gibi ilerlediğinden birkaç ayda benzini tüketiveriyor.


Rahmetli büyükannem eşiyle çok severek evlenmiş. O zamanlar flört denen hadise olmadığından evlenmeden önce rahatça gezip tozmaları tabii mümkün değil. Büyükannem benim gibi bir kitap kurdu ve gece gaz lambası açıp kitap okurmuş. Müstakbel eşi de bunu bildiği için her gece onun evinden geçer ve o lambanın ışığına bakarmış. Twitterda like alsın diye kurgu yapmıyorum, gerçek öykü. Her şeyin hızlandığı "bilişim" çağında sabır denen şeyi tamamen kaybetmiş olan bizler bir web sayfası saniyeler içinde açılmazsa sinirlenirken burada değil sevilen insanı onun ışığı görme hayali var. O ışığın bir kıymeti var. O ışığı kıymetli yapan da o insanın çok kıymetli olması. Değil bir insanı görmek, bir insanın ışığına bakmak, o anı hayal etmek bile inanılmaz bir büyü. Aslında biz her konuda sihri kaybetmiş olabilir miyiz?

Eskiden insanların Taksim abidenin önünde kalplerinin göğüs kafeslerinden çıkarak başka bir insanı beklediği zamanlar vardı. "Cnm yarım saat gecikiyorum sen bekle" yoktu. Zamanında gelmek vardı. Ki bu da bir saygı göstergesidir. Ve sadece konu insan değil. Bir kasetin, bir kitabın çok değerli olduğu zamanlar da vardı. 15 dakikada sana kitap özetleyeyim ara yüzleri de yoktu. Bunların hepsi aslında mahremiyet, yani Satüryen konular. Satürn’ün olmaması da aslında tüm bu anlattığım süreci oluşturuyor. Sınırsızlık bir süre sonra sıradanlık ve bıkkınlık getiriyor.

Bu çağda yaşıyoruz ve elbette Amishler gibi dünyadan kendimizi soyutlayamayız. Ama bir denge oturtabiliriz. Gerek insan ilişkileri, gerek kişisel zevklerde vitesi düşürebiliriz. Böylece hayattan daha fazla zevk alırken kendimize de daha çok zaman ayırmamız mümkün olur. Netflixte binlerce dizi ve film var, güzel olanlar da var ama etkisi ne kadar sürüyor? Oysa ki bu çağdan önceki Friends, Seinfeld gibi diziler hala efsane. Bunun tek sebebi bu yapımların çok süper yenilerin kötü olması mı? Hayır. O çağda sonsuz seçenek yoktu. Bu yüzden de yapımlar hem güzeldi hem de zor ulaşım sebebiyle insanlara epik bir gizem ve bağlılık taşıdılar. On yıl önce yayınlanan Aşk-ı Memnu'nun hala izlenme rekorları kırmasının sebebi yapımın kaliteli olmasının yanı sıra dijital çılgınlık çağı tam olarak başlamadan önceki son sansasyonel yapımlardan biri olması. Fabrikasyon üretimden önceki son çıkışlar. 


Sınır çekmek için taktik yapmaya gerek yok. Ancak bu sınırsızlığı doğru şekilde yönetir, kendi istediğimiz sınırları çizersek işte o zaman kendimiz Satürn olmayı öğrenmeye başlarız. Ve Satürn'den öcü gibi korkmamıza gerek kalmaz... Açık büfeye girsek bile tabağımıza yiyebileceğimiz kadarını koyarsak eğer ne mide fesadı geçirir ne de bıkkınlık yaşarız. Bunu istersek yapabiliriz. Hayattan daha fazla zevk alabiliriz. Deneyimimiz gelişirken kendimizi de yeniden keşfedebiliriz.

Kaybetme korkuları veya doyumsuzluğun güdümüne girmeden sınırları çizmek insanı kısıtlamayacak bilakis özgürleştirecektir. Çünkü sonsuzluk da bir illüzyondur, mutlak sonsuz günün sonunda mutlak hiçtir. Sonsuz seçenek, günün sonunda sıfır seçenektir. Oysa ki her tekilliğin içerisinde bilinmeyen sonsuz bir dünya vardır. 

Ve biz tüm sırra vakıf olmadığımız sürece de orada bir yerde hep bilinmez ve keşfedilmeyi bekleyen bir şeyler olacak…


Not: 2015'ten beri bloguma ara vermiştim. Kısmet karantinada tekrar başlamakmış. :)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder