17 Ocak 2015 Cumartesi

The Truman Show

Bazı filmler üzerinden yıllar geçse de güzelliğinden bir şey kaybetmez. Truman Show da onlardan biri.

Filmin odağı "Biri bizi gözetliyor" teması olsa da aslında asıl işlevi hepimizin "normal" hayatlarına acımasız bir ayna tutmak.

İlk bakışta Truman'ın gayet "iyi" bir hayatı var. Güzel bir eş, güzel bir masabaşı işi, iyi niyetli komşular. Bunun yanında ev için mortgage borcu, araba için kredi, bir kaç seneye çocuk yapma projesi. Hepsi bilindik şeyler.


Ancak Truman'ın hepimizde olan bir özelliği daha var, belki onun kişiliğinde bu daha da baskın: Keşfetmek istiyor. Yeni yerler görmek ona mükemmel hayat olarak sunulan kısıtlı alanın dışına çıkmak istiyor.

Slyvia karakteri aslında bir tetik. Herkesin hayatında yaşadığı normal ve sakin düzeni aslında temelde koruma içgüdüsü mevcut. Çünkü bu şekilde risk almaya ya da alışık olduğumuz güvenli alanı değiştirmek için efor sarfetmeye gerek yok. Ancak Truman daha okuldayken Slyvia'dan etkileniyor, hatta aşık oluyor. Ancak belki de bu "tehlikeli" olduğu için yapımcılar onun önceden seçtikleri Meryl ile evlenmesini istiyor ve başarıyorlar.

Gene de Truman Slyvia'yı unutamıyor ve ilk arzusu kızın gittiğini söyledikleri yer olan Fiji'ye ulaşmak. Topladığı dergilerden onun yüzünü oluşturmaya çalışıyor.


Bazı insan ve olayların yarattığı etkiler tüm bu güvenli alanları kırma arzusu uyandırabiliyor. Ancak genel olarak yaptığımız şey kendimizi şu anda koşulların bu değişikliğe uygun olmadığına kendimizi inandırmak ve sonra da bir içki masasında hayallerimizden bahsetmek.

Truman ne zaman keşfetmek farklı bir şey yapmak istese karısı karşısına geçip ödenmesi gereken kredi borçlarını, yakında doğmasını istediği bebeğini anlatıyor. Ev, araba, çocuk üçgeninde hayallerinden sonsuza dek uzaklaşarak sürekli düzenini koruması gerektiği Truman'a yakınları tarafından sürekli hatırlatılıyor. Fazla dışarıyı düşünmemesi için de çocukluğunda babası "öldürülerek" kendisine "su" korkusu veriliyor, ayrıca da uçakların güvensizliği sürekli vurgulanıyor.

Bir insanı babasının ölümünden sorumlu tutarak onun içine bu korku ve suçluluğu yerleştirmek nasıl bir zalimliktir diye düşününce insanın aklında sayısız medya kurbanı geliyor.


Tabii Christof'tan da bahsetmek lazım. Truman Show'un "yaratıcısı". Sufleleriyle tüm karakterleri kontrole eden, kamera açılarını ve doğa olaylarını düzenleyen kişi. Truman yaratıcısına karşı çıkarken adeta tanrılara ve düzene isyan eden Prometheus gibi. Ancak yaratıcısının bir sözü de çok manidar: Sana yarattığım dünya dışarıdakinden daha kötü bir yer değil aksine daha güvenli bir yer.

Ancak Truman her şeye rağmen oradan gitmek isteyince Christof'un da bir işi kalmıyor.

Aslında Meryl ve Marlon'un da psikolojilerini incelemek ayrı bir film konusu olurdu. Özellikle de yedi yaşından beri şovun içinde Truman'ın en iyi arkadaşı rolünde olan Marlon'un gerçek ruh halini merak ediyorum. Truman bir yalanın içinde bilmeden yaşarken Marlon 23 yıldır bu yalanın içinde bilerek yaşamaya devam ediyor.


Bir diğer konu da reklamlar. Truman'ı her gün panonun önüne itekleyen ikizler, karısının ve arkadaşının ürün yerleştirme çalışmaları, hepsi son derece dikkat çekici. Rahatsız edici ve gerçek.

Ve Truman'ı an be an takip eden insanlar. Hepimiz gözetlemeyi seviyoruz. Show bittiğinde gelen soru: Televizyon rehberinde başka ne var? Uykuya devam.


Hepimiz kredi kartı borçlarımızı öder, aslında hep yapmak istediğimiz işi, seyahati, hayali bir başka "koşulların uygun olduğu güne" erteler, aslında bize hiçbir şey katmayıp öyle gittiği için öyle gitmesi gereken her türlü insani ilişkinin içinde yuvarlanırken şu soruyu da sormadan edemiyorum: Truman'ın filmin finalinde duvara çarpıp "gerçek" dünyaya döndükten sonra nasıl bir hayatı olacak? Slyvia'ya kavuştuktan sonra hikaye nasıl bitecek? Yoksa onlar da bir süpermarkette yeni çıkan müthiş özelliklere sahip ekstra süper yumuşatıcı hakkında kavga mı edecekler?

Cevabı siz de biliyorsunuz.

11 Ocak 2015 Pazar

Gone Girl

Sonunda izledim. Öncelikle filmin en iyi yanı seyir esnasında filmle ilgili düşüncelerinizin anlık değişebilmesiydi.

Tüm yazı spoiler içerecek.

Hikaye "Issız Adam" tadında gayet poz, zeka dolu olması amaçlanmış bir flört sahnesi ile açılıyor. Akabinde başlayan peri masalının başlangıcı, bozulması; giderek ilgisizleşen duyarsız koca ve kaybolan zavallı masum karısı, hadi bu duruma üzülelim diye düşünürken gelen hafif sıkıntı duygusu ve bam!

Olay çok başka yerlere gidiyor.


Beni asıl heyecanlandıran ve ilgilendiren filmin birden çok zeki ve psikopat bir kadının intikam öyküsüne dönüşmesi değil aslında "Mükemmeliyetçilik" ve "Narsizm" kavramlarını gerçekten çok iyi anlatması oldu.

Detaylarla başlayalım; Amy "mükemmel" bir kız. Gayet zeki, parlak diplomaları var, iyi bir aileden geliyor, güzel, çekici vs vs. Ancak bunlar ailesine yetmemiş ki kızlarının kendilerince "eksik" kalan başarılarını da başarı öyküsüne dönüştürerek bizdeki Ayşegül serilerine benzeyen "Amazing Amy" isimli örnek kız çocuğu modellemesi yapan bir çocuk kitabına dönüştürmüşler. Amy, aslında Amazing Amy'den nefret ediyor çünkü onun eksik bıraktığı ya da ilgilenmediği her şeyi çizgi karakteri başarmış durumda. Sürekli mükemmeliyetçilik ile güdümlenen hayatı haliyle kendisinden asla memnun olmayarak geçiyor.


Önceki paragrafı aslında Amy bir kader kurbanıydı ondan bu hale geldi diye almayın sakın. Kadın bildiğin ruh hastası, narsist ve ciddi değer sorunları var. Ayrıca zekasına ve kendisine duyduğu abartılı hayranlık yüzünden de kendisine istediği değeri göstermeyen kişilerden çok sert intikamlar alıyor.

Madalyonun diğer yüzüne bakalım: Nick Dunne. Taşradan geldiği için kendisiyle ilgili sürekli yetersizlik hisseden, patlama anlarında bunu sıkça dile getiren, Lifestyle dergilerinde yazmasına ve sürekli kendisini daha parlak bir şekilde pazarlamasına karşın aslında ciddi şekilde kompleksleri olan bir insan. Aslında tam bir tencere kapak durumu. Tek fark Amy bunu çok abartılı bir narsizm ile verirken Nick bunu umursamazlık ve tamamen kendi isteklerine odaklanarak yapıyor. Aslında bizim Issız Adam'ı andırıyor bu yönleriyle de.


Nick tam Amy, Amazing Amy'den belki en çok nefret ettiği anda - "Düğün" sahnesi - herkesin ortasında ve kadını son derece onore eden bir şekilde evlenme teklif ediyor. Kadının çığlık atan özgüven eksikliği bir anlığına tatmin oluyor. Nitekim filmin sonlarına doğru ne kadar Nick'in yalan söylediğini bildiğini söylese de Nick televizyona çıkıp onun ne kadar muhteşem olduğu ve onu ne kadar çok sevdiğini söylediğinde gözlerinin nasıl parladığını görüyoruz.


Filmin tüm gidişatı değiştiren sahnesi: Amy'nin arabayla giderken planlarını anlattığı an. Aslında tüm kadınların asla unutmaması gereken gayet sert ve doğru cümleler kuruyor:

Nick loved a girl I was pretending to be. "Cool girl." Men always use that as their defining compliment. "She's a cool girl." Cool girl is hot. Cool girl is game. Cool girl is fun. Cool girl never gets angry at her man. She only smiles in a chagrined, loving manner... And then presents her mouth for fucking. She likes what he likes. So evidently, she's a vinyl hipster who loves fetish manga. If he likes girls gone wild, she's a mall babe who talks football and endures buffalo wings at Hooters. When I met Nick dunne, I knew he wanted cool girl. And for him, I'll admit, I was willing to try. I wax-stripped my pussy raw. I drank canned beer watching Adam sandler movies. I ate cold pizza and remained a size two. I blew him semi-regularly. I lived in the moment.

I was fucking game. I can't say I didn't enjoy some of it. Nick teased out of me things I didn't know existed. A lightness, a humor, an ease. But I made him smarter. Sharper. I inspired him to rise to my level. I forged the man of my dreams. We were happy pretending to be other people. We were the happiest couple we knew.

And what's the point of being together if you're not the happiest?

But Nick got lazy. He became someone I did not agree to marry. He actually expected me to love him unconditionally. Then he dragged me, penniless, to the navel of this great country... And found himself a newer, younger, bouncier... Cool girl. You think I'd let him destroy me and end up happier than ever?

No fucking way.

He doesn't get to win. My cute, charming, salt-of-the-earth, Missouri guy. He needed to learn.
Grown-ups work for things. Grown-ups pay. Grown-ups suffer consequences.



Sıkılmadan okuduysanız bence burası filmin özetiydi. Kadın-erkek genel olarak kendimizi daha "cool" bir şeye çevirmeye uğraşıyoruz. Süslü ve çok mutlu sosyal medya resimleri yüklüyoruz, hep çok eğleniyoruz ve hep harika hissediyoruz. Sürekli dünyadan daha çok  ilgi ve "like" istesek de aslında bu hiç umrumuzda değilmiş gibi davranıyoruz.

Acı ama genelde kadınların çok sık yaptığı bir şey olan birlikte oldukları erkeklerin ilgi alanlarına sevmeseler de uyum sağlamaya çalışmaları ve onların istedikleri gibi davranmaları en sonunda patlama ile sonuçlanıyor. Amy'nin uzun uzun anlattığı şey sırf onu daha çok sevsin diye nefret ettiği halde Fenerbahçe maçına gidip tezahürat yapan bir kadının bastırılmış öfkesinden farklı değil. Amy'nin filmde aldığı intikam kadın erkek fark etmez aslında bir çok insanın zihninden geçen şeyler.

Ancak pek tabii ki kimse kimseyi zorla dönüştürmüyor, buradaki temel dürtü daha çok sevilmek ve dövgü almak, esasen tamamen egosantrik bir konu. Ancak kim olursanız olun bir ilişki için yeterince dönüşüp başka bir şey olduğunuzda ve karşı taraf istediğiniz kadar efor sarfetmediği anda işte o zaman ip kopuyor.


Nitekim Nick de kırsala yerleştikten sonra salıyor, hatta kendisine başka bir sevgili buluyor. Ve en sonunda karısından tamamen kopmak istese de para pul meseleleri ve korkaklıktan bunu yapamıyor. Hep bir bahanesi var. Öyle ki filmin sonunda psikopat olduğunu bildiği karısı ile elele gülücükler atmaya devam ediyor.

Bir parantez açalım: Amy'nin erkek seçimleri de son derece dikkat çekici. Nick tam istediği "yükseltebileceği" bir adam. Ona göre daha "düşük seviyede", kırsaldan geliyor, "kinoa" nedir bilmiyor. Amy, Nick'i "yükselterek" kendi egosunu besliyor. Lisedeki sevgilisi Desi ise bunun tam tersi. Belki de Amy'den de fazla bir kontrol manyağı, mükemmeliyetçi, zengin ve kültürlü. Amy onun yanında yetersiz hissediyor. Nitekim Desi'ye sığında adamın ilk işi kadını eski "muhteşem" haline döndürmek oluyor. Zaten Desi'ye sığındıktan sonra onunla aslında "kendi seviyesine uygun" bir şekilde zaman geçirse de adamdan ne kadar tiksindiğini görüyoruz.

Daha önce komplo kurduğu hipster sevgilisi ise Nick'e benziyor ancak O da affedilmeyecek bir hata yapıyor, Amy'den sıkılıyor. Ve bir anda tecavüzcü oluyor, hayatı kararıyor. Amy bu tür adamlara kravat alarak, onları daha sofistike ortamlara sokarak kendince kendisine layık hale getiriyor.  Zaten tiradında da bunu kendisinin yaptığından ne kadar emin olduğunu görüyoruz. Ancak istekleri yerine getirilmediğinde ise hiç uzlaşmacı değil, derhal adamların hayatlarını mahvediyor.

Amy çok değer verdiği varlığını korkmayıp sonlandırabilseydi eşi idam cezasına çarptırılacaktı. Ancak kendisine bu kadar aşık bir kadın kendisini nasıl öldürebilirdi ki?

Bu kısmı önemle vurgulamak lazım, film kesinlikle "kadınlar kötüdür" mesajı vermiyor. Amy de Nick kadar kötü, Nick de Amy kadar. Birbirilerine gerçekten yakışan bir çift. Sahte, yetersiz, parlak ambalajlı.


Film diğer taraftan medyanın iğrençliği, bir insanın yeterli medya desteğiyle bir gün nefret objesiyken ertesi gün nasıl herkesin sevgilisi olabileceğini, kızları kayıpken bile ailesinin hala kendi markalarını pazarlamaya çalışmalarını, hangi ülkeden olursak olalım mide bulandırıcı ve sahte dramaları ne kadar çok sevdiğimizi de gösteriyor.

Yazının en başına dönersek mükemmeliyetçilik ve narsizm filmin en önemli iki sütunu. Tüm öykü buradan şekilleniyor aslında. Photoshoplarla 36 bedenlere, pürüzsüz ciltlere, muhteşem kaslara sahip adam ve kadınlar, yeme bozuklukları çeken ama çok mutlu olduğunu söyleyen mutsuz insanlar, sürekli gülümseyen ve çok eğlenen ama aslında içlerinden sadece ne kadar acı çektiklerini bilenler, iğrenç giden ilişkilerini sırf herkesçe dışarıdan çok güzel görünüyor diye devam ettirenler... Hepsi bizim bir parçamız. Hepsi medya ve reklamla ailemiz ve sevdiklerimiz yoluyla bize dayatılan şeyler.


Sürekli harca, çünkü aldığın şeyler bir süre sonra yetmeyecek, yetse de sıkılacaksın. Daha çok spor yap çünkü çirkin olursan seni kimse sevmez. Her zaman çok farklı ve eğlenceli görün yoksa insanlar seni sıkıcı bulur. Asla yalnız kalma çünkü insanlar yalnız insanları sevmez. Hep mutlu, hep canlı ve hep sağlıklısın.

Hepsi koca bir yalan. Ve biz bu yalana inanmayı ne kadar inkar edersek edelim çok seviyoruz.

Televizyonundan internetine her yerde bangır bangır herşeyin geçiciliği anlatılırken aslında kalıcılığın gücünü hissetmeyi denemek belki de yapılması gereken. Her türlü bizi daha çok yemeye, içmeye, tüketmeye zorlayacak bir yol olsa da en azından "gerçek" olmayı denemek de atılabilecek büyük bir adım.

Güzel filmdi. Happily ever after.

2 Ocak 2015 Cuma

Marco Polo

2015'in ilk yazısını son dakika golü atarak 2014'te izlediğim en iyi yeni yapım diyebileceğim Marco Polo hakkında yazmak istedim.

10 bölümü yavaş tempoyla izleyerek üç günde bitirdim. Hızlı tempoda kesin bir günde biterdi. O kadar akıcı ve güzel geldi.


Her daim uzakdoğu kültürünü severim ancak babamın da etkisiyle Moğol kültürüne özel bir sevgim var. Silahlarına, mimarilerine ve en önemlisi müziklerine. Mongol isimli filmde keşfettiğim Altan Urag grubunun(Moğolistan usülü Apocalyptica diyebiliriz) da Ijii Mongol gibi parçalarıyla dizide yer almaları ayrıca hoşuma gitti. Bundan sonrası spoiler içerecek.


Dizinin adı Marco Polo ancak tüm hikaye karakterin ana ekseninde dönmüyor, bu kesinlikle bir artı. Arada kalp kırsa da hizmetine girmek istediğim Kubilay Han başta olmak üzere Yüz Göz (Hundred Eyes) gibi müthiş bir reis shifu, Sidao gibi müthiş ve felsefik bir kötü, Byamba gibi saf bir delikanlı ve Topal Yusuf gibi karmaşık gerçekten iyi çalışılmış karakterler izliyoruz.


Dizi sayısız şık kılıç dövüşü ve Kung-Fu sahnesi içeriyor. Özellikle final bölümünde Shifu reis ile Sidao'nun dövüşü muhteşemdi, kendimden geçtim. Shifu'nun Sidao'nun en büyük gücü olan peygamber devesi disiplinine geçerek onu yenmesi gerçekten olağanüstüydü.


Çok hoşuma giden diğer bir detay da üstad Yüz Göz tarafından eğitilse de klasik dövüş filmlerindeki gibi Marco Polo'nun bir aylık hızlandırılmış Kung-Fu kursu sonunda hocasını dövememesiydi. Adamlar hayatlarını vermiş bu işe olur mu öyle? Nitekim Sidao'yla kapışınca da hemen cortladı. Olması gereken de bu.

Ufak bir rolde The Matrix Reloaded ve Revolutions tanıdığımız Seraph'ı (Collin Chou) görmek güzeldi. Gene de Sidao tarafından hemen harcanmasına biraz bozuldum.


Dizinin benim için en ilginç karakterlerinden biri kendini idealleri için feda eden Kubilay Han'ın baş veziri Topal Yusuf'tu. Yanında sinsi sinsi takılan şerefsiz hazine bakanı Ahmet'in foyası çıkmadığından yeni sezonda neler yapacağını hep beraber göreceğiz.

Bunun dışında Kubilay Han'ın sürekli mızmızlayan kompleksli oğlu (son dakikada akıllanır gibi oldu neyse) Jingim Ido'nun aynısı değil de ne?


Atlar, kılıçlar, savaşlar ve yine savaşlar ilgi alanınızdaysa bu diziyi kaçırmayın derim. Özellikle bozkır sahnelerinde insanın oralara gidesi dağ bayır koşturası geliyor, bir şekilde kan çekiyor demek ki.

Sevenleri için de son olarak Altan Urag'ın müthiş parçası Ijii Mongol'u da ekleyelim: