30 Nisan 2012 Pazartesi

The Avengers: Son geri sayım


Gözümüz hakemin saatinde, artık geri sayımdayız. Aylardır envayi çeşit fragmanını ve haberini takip ettiğimiz The Avengers sonunda cuma günü vizyonda.


Marvel-severler için adeta rüya ülkesine gitmek gibi. Bir çok karakteri birlikte izlemenin tadı elbette bir başka. Sırf Tony Stark ve Thor didişmesini izlemek bile muhtemelen çok zevkli olacak. Hawkeye'ı da çok severim, ona bir şey olursa bozuşuruz Joss Whedon. (Filmin yönetmeni;  Buffy The Vampire SlayerAngel ve Serenity ve Firefly'ın yaratıcısı)

Kafama acme düşmez bir aksilik olmazsa Cuma iş çıkışı ilk işim filme gitmek olacak. Bu yıl PrometheusThe Dark Knight Rises ve The Hobbit: An Unexpected Journey ile en merak ettiğim dört filmden biri.

Filmin Amerika dışı gösterimleri başladı, bu yüzden bir çok sitede filmle ilgili spoilerlar bulmanız mümkün, dikkat edin derim. İlk gelen eleştiriler filmin oldukça başarılı olduğu yönünde. Bakalım şu ana kadar Marvel filmleri içinde en yüksek imdb puanını almış (7.9) Iron Man ve X-Men: First Class'ı geçecek mi?

Buyrunuz geri sayımdan önce bir fragman daha:


The Raid: Redemption // Serbuan Maut


Sevgili vurdulu kırdılı filmsever, gününüz bugün. Umuyorum ki eğer İstanbul Film Festivalinde seyretmediyseniz bu yazıyı okuduktan sonra bu filmi izlemeye karar vereceksiniz. 2011 Endonezya-Amerika yapımı “The Raid”, son yıllardaki en çarpıcı aksiyon filmi. (Bu kadar da iddialıyım)


Jakarta varoşlarında en tehlikeli suikastçiler, katiller, uyuşturucu satıcıları, uyuşturucu bağımlıları, soyguncular ve bilumum suçlunun barındığı yıllardır polisin sayısız denemesine karşın içeri giremediği bir apartman vardır. Apartmanı bu hiyerarşideki en güçlü kişi olan Tama isimli bir uyuşturucu baronu yönetmektedir. 20 kişilik bir Swat ekibi bu apartmanı basarak baronu yakalamakla görevlendirilir. Tahmin edeceğiniz gibi ekibin işi hiç ama hiç kolay olmayacaktır. Üstüne üstlük baron bu baskından haberdardır ve ekibimize özel sürprizleri hazırlamıştır bile.

Film adeta tabanca gibi nerdeyse bir kaç konuşma sahnesi dışında temposu bir an bile düşmüyor. Hapkido stilinde nefis dövüş sahneleri izliyorsunuz. Tekme tokadından, beyzbol sopasına, bıçağından, buzdolabına her şey bir savaş aleti.


Yalnız altını çizmeliyim “saf aksiyon” filmlerinde genelde pek konu olmaz. Oysa ki The Raid’de açıkça anlatılmasa da yavaş yavaş parçaları birleştirdiğiniz bir konuyu da takip ediyorsunuz. Ayrıca bazı çekimler o kadar başarılı ki siz de apartmana girmiş ekiple aynı gözle operasyonu seyredebiliyorsunuz.

Oldboy tadında nefis bir kaç sahne dışında filmin sonlarına doğru öyle bir dövüş sahnesi vardı ki tüm sinema sahne bitiminde tezahürat yapıp alkış tuttu. (Ben de tabii ki ekibin içindeydim)


Filmin başrol karakteri Rama'yı canlandıran genç oyuncu Iko Uwais muhtelemen daha bir çok filmde karşımıza çıkacak. Şimdiden hakkında yeni bir Jet Li, yeni bir Tony Jaa geliyor yorumları çıkmaya başladı bile. Ancak gönlümün oscarı tabii ki iki numaralı kötü adam atom karınca Yayan Ruhian yani Mad Dog'a gidiyor. (İzleyenler anlar)


Özetle, sanırım şu ana kadar yazdığım yazılar içinde hiçbir filmi bu kadar tavsiye etmemiştim, eğer dövüş sanatları ile ilgiliyseniz ve en hakikisinden bir aksiyon filmi izlemek istiyorsanız gözünüzü bile kırpmadan The Raid’i izleyeceğinize eminim.

Filmin sonunda gelen deşarj olmuş pamuk gibi his de cabası. Adeta doğal bir antidepresan. :)


29 Nisan 2012 Pazar

Chronicle // Doğaüstü

The Avengers'a geri sayarken bu haftasonu Chronicle'a gittim. Gayet de memnun kaldım, kısaca size de bilgi vermeye çalışayım. Spoilersız tabii ki.

Aslında konu son derece tanıdık, üç tane lise öğrencisinin gizem bir şeylere maruz kalıp çeşitli süper güçler kazanması hakkında. Sonrasında olaylar gelişiyor tabii ki, ama aslında "normalde" olabilecek en yakın düzlemde gerçekleşiyor. Bu yüzden de film ilgi çekici.


Bir sabah süper güçlerle uyansak ilk önce neler yapardık? Hikayenin önemli bir kısmında bu süreci izliyoruz. Sonrasında işler karışıyor tabii ki. Kim olsa sapıtmaz ki?

Filmin n güzel yanlarından biri nerdeyse hiç gereksiz epik, duygusal bir karakter ya da sahne olmaması. Ayrıca genelde el kamerası ile çekilmiş hissi verildiğinden belgesel havası da yaşatıyor. Arada gerçekten orijinal çekimlerle karşılaşılıyorsunuz.


Karizmatik giysili, ya da sürekli aforizma cümleler kuran kahramanlar film de yok. (Edebiyat meraklısı bir karakterimiz var ama izlerken özellikle lisede karizma yapmaya çalıştığınız anları düşünebilirsiniz) Ama bir yandan da filmde merak ettiğimiz bir çok noktaya değinilmeden pas geçilmiş. Filmin "Invisible Kid"i yani başroldeki Andrew Detmer karakterini Dane DeHaan çok iyi canlandırıyor.

Sonu daha farklı olsaydı çok daha iyi olabilirmiş ama gene de özellikle süper kahraman filmlerini sevenler izlemeli.


28 Nisan 2012 Cumartesi

Zeigarnik Etkisi


Şimdi ne zaman biraz içkiyi fazla kaçırsanız aklınızı tırmalayan mutsuz sonla biten aşk hikayenizi, ya da her şeyi harika giderken ikinci gün eve dönmek zorunda kaldığınız bir tatili, tam katilin kim olduğu ortaya çıkacakken reklam girmesi ile tepinmenizi ve bu tür nice tepkinizi düşünün. Bunun bilimsel adı Zeigarnik etkisi.  Rus psikolog Bluma Zeigarnik tarafından ortaya konmuş, temel savı da şu: "Yarım kalmış, kesintiye uğramış her iş sorunsuz olanlarından daha iyi hatırlanır."


Bir açıdan bakarsak sorunsuz yapılan işleri beynimiz "check" işaretini koyup kutusuna kaldırıyor, ve bu da bir huzur ve rahatlık yaratıyor. Ancak tamamlanmayan, cevabı havada kalan konularda ise düşünme yani rahatsızlık süreci devam ediyor ve örneğin siz anlamsızca aynı şarkıyı 58. kere dinlerken hala aynı kişiyi düşünüyorsunuz.

Özellikle Lost'ta bu etkinin kullanımlarını çok başarılı bir şekilde bulmak mümkündü. Her hafta gizemi biraz daha artan olay örgüleri, tam bir şeyler oluşacak gibiyken çat diye "Lost" yazısını görüp önümüzdeki maçlara bakmamız ve milyonlarca izleyicinin yıllarca bu şekilde diziyi takibi tesadüf olmasa gerek.  Merak kediyi hemen öldürmez, önce hırslandırır.


Mesela Gregory House karakteri de bir Zeigarnik Etkisi bağımlısı. Zira her çözülememiş hastalık vakası onun merakını tetikleyen tek şey ve onu çözene kadar rahat edemiyor. Ancak çözdüğü anda... Elbette iş bitiyor, ortada bir gizem kalmadı. Çok klişe bir tabir olacak ama giderek artan hızlı ulaşım-çabuk tüketim dürtülerine daha uyan bir kavram düşünemiyorum. Eskiden bir müzik kasedi için Akmar'da kaç tur attığınızı düşünsenize...

Şimdi Google'a bilmemne diskografi diye aratıp bilgisayarınıza şak diye bir grubun tüm parçaları, albüm kapaklarını ve videolarını indirmeniz en fazla bir kaç saatinizi alıyor. Eh, hangisi daha kıymetli? Sayısız kez dinlemekten bozulmuş olan o çekme kasediniz mi yoksa on binlerce mp3 içinde hala dinlenmemiş bir sürü veri yığını mı?


Issız Adamlar, Jeux d'enfants, 500 Days of Summerlar ve hatta Mad Men yani Don Draperlar aslında milletin gözünü epey bir açtı diye düşünüyorum. Görüldü ki problematik kadın ya da adamlar herkes üzerinde "gizemli ve ilgi çekici" bir algı yaratıyor, bu durumda ortalık bu türden geçilmez oldu. Aslında daha dramatik olan şu ki insanlar duygularını göstermeye korkar oldu, ve kaybetmemek için bu profile uygun davranmaya koşullandılar. Yani sanıyorum yakında "normal ve ulaşılır" olan gizemli hale gelecek bu kadar ıssız adam ve kadının içinde.


Bir satır arası daha açalım. Sizin "bilmiyorum", "her şey çok belirsiz" tavırlarınız aslında karşınızdaki süjeyi kışkırtan esas element değil. O kişinin belirsiz tavırları çözebilen, duvarın arkasını görebilen "yegane" kişi olma isteği aslında karşınızdaki insan için temel dürtüdür. Yani ortada tamamen bir ego tatmini arayışı vardır, sizin yarattığınızı sandığınız kusursuz algı değil. Herkes özel ve biricik olmak ister. Bu yüzden bir çok yapıtta "Özünde aslında iyiydi" karakterleri çok sevilirken, hakikaten iyi olan karakterler göz ardı edilir. Farklı olanı görme ve keşfetme dürtüsü insan için çok güçlü bir manipulasyon aracıdır. Bir de kabul etmek lazım artık görsel ve yazılı sanatta o kadar çok örneklerini gördük ki, adeta baştan tüm hileleri bilinen oyunlar gibi oldu bu profiller.


Inception'ın finali tam bir Zeigarnik Etkisi çalışmasıdır. Topaç dönmeye devam eder, ama hafifçe yalpalar gibidir. Yoksa değil midir?

Belirsizlik insanlar için güçlü bir tetiktir, ancak sürekli belirsizlik bir süre sonra doğası gereği belirlenebilir hale gelecektir. Bir zamanlar aykırı olan ama herkes yapınca normalleşen bir çok şey gibi.

O zaman sıradaki etkiyi kim keşfedecek?

27 Nisan 2012 Cuma

Müzikal Tıkanma

Şimdi dalgın dalgın "Ne dinlesem" diye düşünürken mp3 klasörlerime bakarken uzun zamandır doğru düzgün bir şeyler keşfetmediğimi fark ettim. Ki dönem dönem antin kuntin isimler, albümler ve bu bağlamda hikayelerini vs bulma süreçlerim olurdu. Epeydir depodan yiyorum özetle.

Olsa olsa arada kulağıma hoş gelen bir kaç tane parça buluyorum; ancak kalıcılıkları tartışılır. Last.fm hesabım da acı gerçeği bana gösteriyor, son yıllarda hiç olmadığım kadar kısıtlı bir alana sıkışmışım.


Şu da bir gerçek, bir zamanlar bayıla bayıla defalarca kez dinlediğim parçaları eskisi gibi dinlemek içimden gelmiyor. (Bunu yazdım ya derhal canım bu kategoriye ait bir çok parçayı dinlemek istedi)

Çok da bakınmıyorum ama karşıma da öyle çok sıkı bir albüm gelmedi son dönemlerde, arada özellikle elektronik tarzlarda iyi bir şeyler çıkabiliyor o kadar.

Düşünüyorum son zamanlarda dinlediğim en iyi albümlerden biri Daft Punk - Tron Legacy Soundtrack olmuş ki, 2011 çıkışlı bir albüm. Bu arada filmi tavsiye ederim ama müziklerini daha da çok. Elektronik ve klasik müziğin güzel bir karışımı. Ayrıca adamları Oscar'a aday dahi göstermediler, ne kadar şaşırdım.


Soundtrack demişken, daha önce yazmıştım Antonio Pinto - Senna isimli albümü de çok iyi bir örnek.

Malumunuz dubstep rüzgarı şiddetle esmeye devam ediyor (sene 2007, konumuz Burial) ama Skrillex, Deadmau5 falan beni pek açmıyor açıkçası; geçiniz.


Madem konumuz müzik, şu anda da dinlediğim ve 300 fragmanında gördüğümden beri (2006), hala baymadığım ve pek sevdiğim Nine Inch Nails - Just Like You Imagined ile yazıyı bitireyim.

Dedim ama kesmedi bir de bugün uzun süre sonra dinlemesi pek güzel gelen Constantine filminde de kullanılmış A Perfect Circle - Passive'i de paylaşalım. Epeydir de izlememiştim, filmi de izleyesim geldi şimdi.


House MD // Finale yaklaşırken

Dile kolay House MD 8. sezonunda ve dört bölüm sonra ekranlara veda edecek. Yıllardır "It's not Lupus"undan başlayıp hastanın 10-15 dk. arasında kötüleşmesini, 20. dakikaya doğru iyileşir gibi olup daha da kötüleşmesini ve son 10 dakikada House Wilson ile konuşurken bir anda gözünü boşluğa dikip tedavi için gerekli ilhamı edinmesini izliyoruz; ve kesin olan şu ki bu kadar şablonlu bir dizinin bu kadar süredir hararetle takip edebilmemiz tuhaf değil ve hayır "House aslında hayatı, yani bizi anlatıyor..." tadında bir yazı yazmayacağım.


Gregory House karakteri başlı başına bir fenomen. Aslında gerçekte hayatımızın içinde olsa gerek değer yargıları, gerek düşünce yapısı ve davranışlarıyla muhtemelen kısa sürede nefret edeceğimiz bir karakter ama bir çok kişi her şeyle acımasızca dalga geçmesi ve hatta değersiz bulup aşağılamasını normal hayatta asla kabul etmeyecekken, kendisini her bölüm keyifle ve hatta bazen hayranlıkla izliyor.


House bizi falan anlatmıyor esasen, ancak insanlara kimi zaman hayalini kurduğu rahatça aklından geçeni söyleme ve hiçbir şeyi umursamadan kendin olma özgürlüğünü yaşatıyor. Karakterin bu kadar ilgi çekmesinin sebeplerinden birinin bu olduğunu düşünüyorum.


S08E18'i izlemediyseniz bu kısım spoilerlı olacak, dikkat.

House karakteri her daim ateist olduğunu vurguladı ve dizide "anlaşılamayan aşk iyileşmesi", "sevginin gücü", "mucize" gibi detaylar asla olmadı. Ancak bu hafta içine kötü ruh kaçtığı düşünülen bir çocuğun tedavi sürecini izledik. a) Çocuk bilmediği garip bir dil konuştu b)Çocuk yatakta havalandı c) Çocuk baş ağrısı ilacıyla iyileşti.

Bölümün rüyalar temalı olmasından ötürü yapımcıların bu kısmı havada bırakmayıp bir yere bağlayacaklarını düşünmek istiyorum. Zira bu bölüm bu şekilde kalırsa savunduğu şablon gerçekten bozulacak. House karakteri diğer doktorların hayal gördüğünü söylese de, seyirci görmedi. Son anda mistizme saran Battlestar Galactica vakası yaşamak istemiyorum şahsen.

Bu arada Chase ile Park ilişkisi çok zorlamaydı.


Finale dönersek, bölümün sonunda Wilson kanser olduğunu söyledi; ancak yapımcıların Wilson'ı öldürüp House'un hayatında belki de gerçekten sevdiği ve güvendiği tek insanı öldürüp ucuz bir şekilde seyirciyi ağlata ağlata final yapacaklarını düşünmüyorum. (Özellikle de Wilson's Heart gibi finaller yazmayı başarmış bir ekibin)

Gene de aydınlık bir son da beklemiyorum. Vicodin'in yanı sıra kronik mutsuzluk bağımlısı olan House'u hafif umut dolu ama gene de gri bir finalle uğurlarız gibi geliyor.


Finale okuduğum kadarıyla ayrılan oyunculardan da katılanlar olacak. Mesela Olivia Wilde, yani Thirteen. Jennifer Morrison ile de görüşülüyormuş. (Cameron)

21 Mayısta yayınlanacak iki saatlik finalin adı "Everybody dies". Adından bile çiçekli böcekli, mutlu bir son yaşamayacağımız belli gibi. (Six Feet Under tadında tüm karakterlerin mutlu/mutsuz gelecekleri ve ölümlerini göstereceklerini sanmıyorum)

Bekleyip, göreceğiz.





Fringe 5. sezon onayı aldı!

Sabahtan beri şenliklerle kutluyorum ama buraya da yazmak isterim: Fringe 5. sezon onayını aldı!

Haftalardır Fringe ekibine "bizımle deyılsın" mi denecek, Walter Bishop bize ağır çekim el sallarken arkada Lux Aeterna mı çalacak diye sözlüye kalkma gerginliği yaşayan öğrenci gibi bekledik durduk tüm Fringe-severler olarak. Daha iki gün önce müthiş bölüm Letters of Transit'in kritiğini yazmış hatta Facebook sayfamda adeta "Golü çağırmıştık". Sonuçta mutlu haber geldi ve 13 bölüm daha dizi yayın hayatına devam edecek ve 100. bölümüyle ekranlara veda edecek. (Beyaz cama veda ediyor desem tam anlamıyla haftasonu kültür sanat eki tadını yakalayacaktım, bir sonraki yazıya kısmetse)


Okuduğum kadarıyla 5. sezon ve 2036 distopyası birbirine bağlantılı olacak, konu bu minvalde ilerleyecek. Biz pek sevgili Walter'ımızı izlemeye devam edeceğiz ve pek tabii Emmy ödülünü gene ona vermeyecekler. (Şu lafı yutarsam çok sevinirim) Gene de kendisi, nice nadide bilimkurgu ve fantastik yapım hak ettiği ödülleri Satürn Ödülleri sayesinde topluyor. (Bir çeşit gönüllerin birincisi diyebiliriz aslında)

Şimdi tabii gözümüz saatte, sezonun bitmesine bir kaç bölüm kala sezon finalini daha bir merak eder oldum. Zira  dizinin bitmesi ya da devamına göre iki ayrı sezon finali çekilmişti. Şimdi bize bu gelişmeyle fast-food final yerine adam gibi bir final izleyeceğiz. Eh orman ne güzel ne güzel.


Hakikaten sevindim, en merakla takip ettiğim bir kaç yapımdan biri neticede Fringe. Ve Terra Nova, Alcatraz vs gibi facialardan sonra televizyonda dönen adam gibi tek bilimkurgu yapımı.

Sevinin nerdler, övünün geekler; 27 Nisan kutlu olsun.


25 Nisan 2012 Çarşamba

Warrior

Hazır uzun bir süre sonra yazma şevki gelmişken, son zamanlarda izleyip pek beğendiğim bir filmi paylaşmak istedim.

Warrior; 2011 yapımı başrollerini eski kurtlardan Nick Nolte, son zamanların en parlak isimlerinden Tom Hardy ve Joel Edgerton'un paylaştığı bir "dövüş" draması.


Rocky serisinden etkilenenler muhtemelen bu filmi sevecektir diye tahmin ediyorum. Ancak bir ufak farkla, film boyunca normalde Rocky'nin rakibini dövmesini heyecanla beklerken bu filmde kimin kimi dövmesini istediğinize karar vermeniz pek kolay olmayacak. Filmin en güzel yönlerinden biri de bu duygu zaten.

Yazıyı okuyup filmi izlemeyi düşünenler olabileceğinden filmin tadını kaçırmadan kısa detaylar vermeye çalışacağım.

Nick Nolte yani Paddy Conlon alkolik eski bir antrenör, ve kendisi ile görüşmeyi reddeden iki oğlu var. Biri Tommy (Tom Hardy), diğeri ise Brendan (Joel Edgerton). Tommy daha problemli, soğuk ve serseri bir portre çizerken, Brendan karısı ve çocuğu olan, sorumluluk sahibi bir öğretmen. İki kardeş de dövüş konusunda inanılmaz yetenekli, ve ikisinin de para kazanmak için önemli gerekçeleri var.


Kader, force ya da ne derseniz deyin onun da cilvesiyle bu iki kardeş en büyük MMA (Mixed Martial Arts) turnuvası olan UFC'de (Ultimate Fight Championship) yarışmak üzere karşı karşıya geliyorlar. Ödül muazzam: Tam 5.000.000 dolar. Peki bu ödülü kim alacak?

İki karakterimizin film ilerledikçe geçmişleri ile ilgili çarpıcı detaylar belirirken resmen bir sağa bir sola kayan bir ibre ile kimi zaman daha asi "kötü çocuk" kardeş Tommy'e, kimi zaman ise daha duygusal görünen "iyi çocuk" kardeş Brendan'a kendinizi daha yakın hissediyorsunuz. Ancak senaristler dengeyi o kadar iyi ayarlamış ki ibre biraz sağa gitse kısa bir süre sonra sola kaymış oluyor.


Pek tabii Nick Nolte'u unutmayalım. Gerçekten çok başarılı bir oyunculuk sergiliyor film boyunca. Hatta kendisinin rol aldığı bazı sahnelerde duygulanmak mümkün. Özellikle de finaldeki gülümsemesi filmdeki en güzel detaylardan biriydi.

Bir kenara yazın, Kaptan Ahab; Moby Dick.


Ve dövüş sahneleri. Final dövüşlerinde çok güzel sahneler mevcut; drama olsun, etkileyici olsun deyip bu kısım aceleye getirilmemiş. MMA epey haşin bir stil; çataçut tam anlamıyla "Allah ne verdiyse girme" metodunu da yer yer izlemek mümkün. Street Fighter'ı hatırlatan bazı hareketleri de dövüşlerde görebilirsiniz. (Şahsen Zangief'in kulaklarını çınlattığım oldu) Ayrıca kardeşlerin dövüşleri sırasında da gayet kendinizi sevinir, üzülür, maç izleme psikolojisinde bulabilirsiniz. (Mesela şimdi aklıma Ivan Drago'nun dayak yemesi geldi)


Bir parantez; Tom Hardy, her geçen gün yıldızı biraz daha yükseliyor. Christopher Nolan'ın keşfi diyebiliriz aslında kendisi için. Inception'da oynadıktan sonra bir diğer güçlü yapım Tinker Tailor Soldier Spy'da rol aldı ve asıl bombayı bu senenin en çok beklenen filmlerinden biri olan The Dark Knight Rises'ta filmin kötü adamı Bane'i oynayarak patlatacak gibi duruyor. (Hatırlatalım, tekrar bir Nolan yapımı) Batman efsanesinin en karanlık sahnelerinden birine imzasını atacağını düşünürsek, sonucu ben de merakla bekliyorum.


Filmi izlerken diğer kardeşi nereden tanıyorum ben diye içten içe tepindikten sonra baktım ki kendisini King Arthur'da izlemişiz, bir de Revenge of the Sith'in sonunda Owen Lars olarak. (A New Hope geçiş sahnesi)

Hem vurdu kırdı, hem de drama seviyorsanız kesinlikle kaçırmayın derim. Babaların da memnuniyetle izleyebileceği bir film olduğu kesin. Anneler de izlesin ayrıca, ne güzel işte.


Son olarak bu da filmin fragmanı:



Fringe S04E19 // Letters of Transit

Bu ay blogu çok boşladım ve bunun üzerine ayağımın tozuyla bir Orta Avrupa gezi yazısı yazayım dedim ki; başlıktan da gördüğünüz üzere bunu yapmak için biraz daha beklemem lazım.

Gün boyunca uykusuzluktan sürünürken şimdi gayet gözler açık bir şekilde kendi kendime "Vay be" diye söyleniyorum.

Konumuz Fringe ve bu hafta yayınlanan bölümü. Cumartesi izleyen izlemiştir, ben de az önce bitirdim ve haliyle bölümle ilgili tüm detaylar yazıda olacak.


Filmi geri saralım, malum "Geleneksel n. Fringe bu sefer iptal edilecek mi?" şenlikleri bu sene de diziler sezon finallerine yaklaştıkça gene tüm coşkusuyla kutlanmaya devam ediyor.

Kendi adıma bu bölümden sonra şunu söyleyebilirim ki, bu sezonu burada iptal edersen yakarım binanı Fox! Infested Terran olurum, "Prepare to die" derim.



Bir çok bilimkurgu distopyasına göndermeler yapan bir kısa film izledik adeta. Walter'ın ağzından "I am not a number, I am a free man" (The Prisoner) repliğini duymak güzeldi. Tabii "These aren't the droids you're looking for" ayrı bir bombaydı.

Herhalde yüz yıl geçse hala karanlık gelecek tasvirlerine ilham verecek 1984 havası bu bölüme de hakimdi, özellikle "Observer" ekibinin "We are watching you" tabelaları olsun; yeni müthiş jenerikteki baskıcı hava ayrıca etkileyiciydi. Ayrıca yer yer pek sevdiğim "Equilibrium"u andıran sahneler de vardı.

Yeni jeneriği de buradan izleyebilirsiniz:


Neyse entelliğimizi yaptık, bölüme geçelim.

Yıl 2036. Zaten daha bölümün başında 2015'te dünyanın kontrolünü Observerlar ele geçirdi ve yeni bir dikta rejimi kurdular yazısını görünce insan afallıyor. Direnen insanlar öldürülmüş, köle kıvamında "Yerliler" denen sürekli kontrol altında bir insan nüfusu bulunuyor. Bir de kimliklerini gizli tutmaya çalışan Fringe kökenli direnişçiler. Lost'tan da pek sevdiğimiz Desmond Brother bu bölümün esas oğlanı yani direniş lideri. Gene kendine yakışan pek delikanlı bir roldeydi.

Ve Walter. Kendisi ve ekibi kehribarın içinde hapsolmuş. 20 yıl geçtiğinden varlıkları bir efsane olarak biliniyor. Walter'ın kehribardan geri dönüşü, beyin hasarlı hali ve sonrasında tam bir Walternate karizmasıyla tüm zekasına kavuşmasını şahsen maç izler gibi izledim ve John Noble gene 45 dakikada oyunculuk dersi verdi. Şu adama bir Emmy vermeden dizi bitecek ya alacağınız olsun. Neyse biz seni çok seviyoruz Walter, yani Mr. Noble. Ayrıca antimadde ile bina patlatmak daha doğrusu yok etmek nasıl bir şeydir ya. Dediğim gibi, seviyorum.


Broyles gene faul bir konumdaydı Observerların adamı olarak ama diğer tüm versiyonlarının davranış biçimine bakarsak o şekeri bulan Broyles Walter'ın dönüşünü anladığından hayatı pahasına kesin onlara bir yerde yardım eder, kahramanca ölür; eminim ben.

Etta'nın Olivia ve Peter'ın kızı olduğu tabii ki çok belliydi. Gene de baba-kız kavuşunca duygulanmadım değil. Ayrıca William Bell'i bir an görünce sevindim. Güzel bir bonustu. Nina Sharp da öyle. Bu arada William Bell acaba Olivia'ya ne yaptı? (Kötü bir şey yaptı demişti Walter)

Gönül isterdi ki bizim brotherı biraz daha izleyelim ama şimdilik Peter'ı kurtarmak için kendini kehribarın içine attı, umarım çıkarırlar. Neydi bu adamın adı diye düşünüyordum, evet Henry Ian Cusick ya da öyle bir şey.


TEORİK KISIM:

Bir sonraki bölümün adı Worlds Apart. Muhtemelen David Jones'un iki evreni birbirine uyumlayıp yok etme projesi iki evren arasındaki bağlantının kaldırılması ile başarısızlığa uğrayacak. Ve bu yüzden de Foliviaların evreni kendi yoluna gidecek, (Lincoln da orada kalır bence) Walterların evren de kendi yoluna. Ancak Observerlar onların evrenini işgal edip bu bölümde gördüğümüz haline getirecek. Diğer evren de bu duruma yardım edemeyecek. Nina Sharp'ın "Dünyayı kurtardılar ama kötü sonuçları oldu" demesi bu olayla ilgili olabilir.

Bölüm boyunca Olivia'yı hiç görmedik ve kızının boynundaki kurşuna da sürekli zoom yapıldı. Gene de kızın tavırlarından Olivia'nın ölmediğini algılıyorum. Bence boynundaki kurşun sürekli göğsünden vurularak görülen September'a saplanan kurşun. Olivia'nın her gelecekte öleceğini gördüğü için muhtemelen onu kurtarmak üzere kendini feda etti.


Ve kızın ismi, Henrietta. Tanıdık geldi mi? "Henry." Malum iki evren birbirine girmeden ve Peter zaman çizgisinde silinmeden önce Peter ve Folivia'nın Henry isimli bir oğulları olmuştu. Bu sefer ise aynı isme ithafen bir kızları olduğunu görüyoruz. Bir ikiz kardeş var mıdır, yoksa bir önceki oğlanın anısına mı bu isim konmuştur bilmiyorum. Ama bu kadar demode bir ismin seçilmesinin bence başka bir mantığı yok.

Sonuç olarak bilimkurguya resmen doyduğum harika bir bölüm izledim, o kesin ki rahatça beşinci sezona gidebilir bu konuyla. Ama şahsen tüm iyi bilimkurguların Amerikada sonunu düşünürsek pek umudum yok.


Bu da gelecek hafta S04E20 "Worlds Apart" fragmanı:


Ve bölüm başında gece kulübünde çalan trip parça: (Sebastian - Dolami)



1 Nisan 2012 Pazar

Spartacus Vengeance // Sezon Finali

Nasıl başlayayım ki? Resmen nefesimizi tuta tuta izlediğimiz bir sezon finali yaptı Spartacus. Yüreğimin yağlarının eridiği yerler de oldu, sinirlendiğim yerler de. Öncelikle başlamadan görevimi yapmalıyım.

Önemli Not:
Bu yazı Spartacus Vengeance sezon finali dahil olmak üzere tüm sezon hakkında bilgi içerir. Eğer izlemediğiniz bölümler varsa usulca sağ üst köşedeki "X" tuşuna basınız.


Tamamdır madem görev tamam, hala buradaysanız buyrun:

Öncelikle dizinin oyuncu bütçesinin yarısına artık gerek kalkmadı. Diğer sezonlardaki gibi ana karakterlerin çatır çatır harcandığı, gözünün yaşına bakılmadığı bir bölüm izledik. Zaten müthiş S02E07 Sacramentum'da Capua'daki arena bile Romalıların başına yıkılmıştı, ondan sonra da tempo hiç düşmedi. Gannicus'un Glaber'e müthiş cevabı olsun, Varinius'un baskınının "yakıcı" sonu olsun hep diken üstünde tuttu seyirciyi. Arada hatta Sepia bile öldü. (Dizinin eril takipçilerine baş sağlığı diliyorum tekrar) Acaba yazıyı bırakıp finali tekrar mi izlesem?

Resmen bölüm bittiğinde sponsorlu davet sonrası her yediğini saatlerce öven Hıncal Uluç gibi hissediyordum. "O nasıl bir bölümdür öyle... O nasıl bir intikamdır öyle... Ashur belanı buldun sonunda hahahahaha" (Evet sonuncusu H.U. kahkahasıydı)


Neler mi oldu? Malumunuz Glaber son saldırı için bekliyor ve Vezüv dağında sıkışmış olan Spartacus'un ekibini indirmeye hazırlanıyordu. Ayrıca alevli mancınıklar ile de güçlü bir avantaja sahipti. (Arada sersem Varinius'un Glaber'in ordusunun mancığı sayesinde yanarak ölmesi de güzel bir detay olmuş)

Ancak Spartacus ezber bozdu ve o müthiş ani saldırıyı yaptı. Resmen oyunu "Rush" ile aldı, Glaber ise ağzı kılıçla yarıldığı için "gg" diyemeden gitti. Bir şeyler dedi de çok aklımda kalmadı açıkçası.


Öncesinde ne oldu peki? Öncelikle Ashur'un ölümü sanırım pek çoğumuz için beklenmedikti. Bu kadar "iyi" bir kötünün harcanacağını düşünmüyordum. Özellikle bu sezon tüm hinliği ve pislikleriyle sezonun en başarılı kötüsüydü Ashur.

Bir de ölüm şekli gayet hak ettiği gibi oldu. Naevia'nın kafasını bir kaç seferde kesişi (öncesinde ufak bir hadım bölümü var) ile Jüpitere kavuşan Ashur'u özlemeyeceğim açıkçası. İyi olmuş, içim soğudu resmen. Yalnız sevgilisinin onurlu dövüş isteğine en metroseksüel şekilde onay veren Crixus'un dövüş esnasında içinin içini yediği hali bana dokundu. Bu adam epey sinir hatta hanzo bir karakterdi yaşadıkları ve aşkı onu resmen gönül adamı yaptı. Ama Spartacus ordu kuracağız dediğinde gözleri en parlayan da oydu, go Crixus go.


Ah unutuyordum, Mira da gitti. Arada sinir bozucu tavırları vardı ama bence yakışıyordu Spartacus'e Amazon tavırları ve cesur halleriyle. İlişkilerini bozup sonra da bağlantıyı kesiverdi senaristler. Adam hangi kadını sevse başına bir şey geliyor, bu yönüyle bana Jack Bauer'i hatırlattı.(Şöyle diyelim Jack'in sevdiği dört kadından ikisi öldürüldü, birini bizzat kendisi öldürdü, diğeri de işkence görmekten delirdi. Nasıl?)


Ve Clash of the Big Bitches: Ilithyia vs Lucretia. İkisinin bir dost bir düşman giden en leşinden entrika dolu ilişkisi açıkçası benim hiç beklemediğim dramatiklikte bir finalle bitti. Illithyia'dan bu kadar nefret etmeme karşın bebeğinin uçurumdan düşüşünü izlerken "O da anne ya" diye düşünmeden edemedim. Lucretia'nın vandal sezaryeninden sağ kalır mı bilmiyorum ama o da açıkçası tüm yaptığı kötülüklere bedel bir sonla sezon finalini tamamladı. Ayrıca son anda hala Lucretia'yı aşağıya atmaya çalıştığını da unutmamak lazım. Ne kötülük varmış sende be abla.


Ya Lucretia? Malum kurtarıldıktan sonra deli numarası yapıp, sonra akıllanıp entrikadan entrikaya koşuyordu. Meğer hakikaten balatalar hep yanıkmış. Bebeği kucağına alıp kocasına hep istedikleri çocuğu vermek için atladığı sahne gerçekten etkileyiciydi. Üstelik arkada "Eledim eledim" türküsü çalıyordu. Görsellik ve müziğin uyumu müthişti bence. Lucy Lawless herhalde artık eskisi kadar sadece "Xena" olarak hatırlanmayacaktır bu finalden sonra.


Bir oraya bir buraya atlıyorum ama gelelim en kızdığım bölüme: Pek sevdiğim, pek delikanlı, pek güzel insan Doctore Oenomaus'un o imba Mısırlı tarafından önce gözünün çıkartılıp sonra da öldürülmesine pek sinirlendim. Tamam kendisi ile ilgili tarihi bilgiler burada sona eriyor ama bari o zebellahı öldürüp öyle gitseydi. Gannicus'un Mısırlıyı öldürmesi ve son nefesinde barışmaları da iyi oldu.

Bu arada en son Spartacus gaz konuşmasını yapıyordu ama insan bir bakar, koskoca Doctore mi öldü amip mi öldü be? Kimse fark etmedi dağ gibi adamın gittiğini.


Peki bu bölümde sempati oscarım kime gidiyor? Tabii ki kendilerine koşarak gelen n sayıda roma askerini gördüğünde bile kahkahasını eksik etmeyen Gannicus'a. Braveheart'taki İrlandalının havasını hissediyorum bazen tavırlarında. Ayrıca bir kaç bölümdür hafifçe dokundurulan sarışın vahşi alman hatun ile de aralarında bir şey olacağı işaretleri bu bölüm iyice açığa çıktı. Güzel bir çift olurlar bence. Ayrıca Gannicus'un S02E8'in son sahnesinde Glaber'e verdiği cevap sezonun en iyi sahnelerinden biriydi. Tek sorun Rudis'i sapladığı yerdi. (Biraz daha güneye saplansa çok daha anlamlı olacaktı bence)


Ve bölüm sonu canavarı Glaber iki sezondur süren mücadelesine tabiri caizse ağzı yırtılarak son noktayı koydu. Beyinsiz bir kötü değildi Glaber, fazla hırslıydı. Craig Parker kendisini gerçekten çok iyi canlandırdı. Yeni sezonda asıl en büyük bölüm sonu canavarı Crassus nasıl karşımıza çıkacak gerçekten merak ediyorum.


Artık Spartacus'un önderliğinde kölelerin özgürlük için ordu kurmaları ve roma lejyonları ile savaşlarını izleyeceğiz. Dizi kaç sezon sürecek bilmiyorum ama seneye bizi hem çok kanlı hem de bol gözyaşlı sahnelerin beklediği kesin. Özellikle de Crassus ile son savaşta tüm kalan generallerin sonunu düşünürsek... Neyse şimdiden gamlı baykuş Cemil olmak istemiyorum. (Tamam ölüm listesi yayınlamayacağım ama, "Şehzade Mustafa, Kanuni'den önce ölüyor" dediğimde, "Neden dizinin sonunu söylüyorsun :((" diyenlerden de olmayın, rica ederim. Haliyle mutlu sonlu bir hikaye izlemiyoruz. Yoksa zaten Bizans tekfuru, Roma İmparatorluğu gibi muhabbetler tarih kitaplarımızda olmazdı tahmin edersiniz ki)


Bir nefis dizi biterken malumunuz bugün sabaha karşı Game of Thrones'un yeni sezonu başlıyor. Başlamasına çok memnunum ve yeni bölümleri inanılmaz merak ediyorum.

Bir sonraki yazımızda görüşmek üzere, esen kalın; özgür kalın. (Yazının konseptine uygun kapanış cümlesi)