14 Haziran 2012 Perşembe

19 Haziran 2012 Megadeth Konseri

Dave Mustaine uzayda sabit bir nokta olmak üzere kadrosu pek çok kez değişen Megadeth önümüzdeki hafta İstanbul'da olacak.

Megadeth'in yeri her zaman ayrı olmuştur bende. Tabii bunun en önemli sebebi 2001'de hayatımın en güzel konserlerinden birini yaşamamı sağlamaları.


11 yıl önce sabahın köründe önce Taksim Mephisto'da saatlerce kuyruk ve izdiham sonucunda imza gününe katılabilmiş ve o dönemki kadroyla tanışmıştık. Dave Mustaine her zamanki karizma tavrını korurken o dönemki ergenlik aşkım David Ellefson'a "May I kiss you?" diye sorup olumlu cevap almam da ayrıca beni benden almıştı. İmzayı ve öpücüğü kapıp dışarı çığlıklar atarak çıktığımızda "Tarkaaaan" diye bağıran kızlardan hiçbir farkımız yoktu.


Sonrasında gene uzun mücadelerle en öne geçmiş, arada bariyer isyanları çıkmış ve Megadeth olağanüstü bir konser vermişti. Sonraki üç konserde bu kadar coşkulu bir katılım hatırlamıyorum. Pek sevgili David'imin önünde oluşumuz, bize sürekli gülümsemesi (uydurmuyorum, en önde iki kız vardı zaten biri ben, biri arkadaşım :) ) ve bize üç tane pena atması ile konserden gene zıplayarak çıkmıştık. 16 yaşındaydık ve hayatımızın en güzel anlarından biriydi. Konsere Dave Mustaine'in öğrendiği Türkçe küfürler ayrı bir boyut katmıştı.

Asıl bomba ertesi sabah çıktı. Bir çok gazetede en önde bademciklerimin göründüğü konser fotoğrafları, o dönemki satanist muhabbetleri yüzünden yazlıktaki insanların tuhaf bakışları derken dün Internette gezinirken malum fotolardan birini buldum. Soldan ikinci kişi ben oluyorum, yalnız o bariyer var ya... Karnımla bütünleşmişti bir süre sonra.


Ve sonra 2005'te geldiler; çok iyi bir konser değildi. Geçen sefer seyirci ile sürekli iletişim kuran Dave bu sefer çaldı söyledi ve gitti. 2010'da Sonisphere'de ise kadroda tekrar Ellefson vardı ama berbat ses sisteminin kurbanı oldular. Öyle ki ezbere bildiğimiz parçaları bile bazen tanımakta güçlük çektik.

Ve geldik 2012'ye. Küçük Çiftlik Park'ta (maalesef) Megadeth alt grup Trivium ile birlikte sahne alacak. Playlist gayet sıkı. Ancak 11 yıl farkı şu ki, artık ilk gelen en önde değil yerine VIP biletler var; konsere iş çıkışı gideceğim, ama ortam iyiyse biraz boynum tutulup sesim kısılabilir elbette.


Trivium beğendiğim bir grup, Matt Heafy'nin canlı performansını gerçekten merak ediyorum.

Playlist gerçekten iyi, klasiklerden bolca parça içeriyor; kardeşim de ilk kez Megadeth'i canlı izleyecek. O açıdan da hoşuma gidiyor.

Setlist.fm'e göre bir playlist örneğine buradan ulaşabilirsiniz.


13 Haziran 2012 Çarşamba

7 Şarkı Vol. III

Bu haftaki listemde geçtiğimiz günlerdeki Madonna konserinin etkisi gözlemleniyor. Bir de dans etme modundayım :)



1 - Madonna feat Lil Wayne // Revolver
Konserden sonra oturup kraliçenin daha az bildiğim parçalarını dinlemeye başladım. Bir kaç favorim var ama bu parça arap atı misali bugün zihnimi ele geçirdi. Dinle, dans et, bang bang!


"Do you wanna die happy?"

2 - Madonna // I'm Addicted
Konserde çarpıldım bu parçaya. Electroclash tonları nefis. Hele "I need to dance" kısmında kendimden geçiyorum.

"I need to dance!"

3 - Compact Disco // Sound of Our Hearts
2012 Eurovision'da Macaristan'ın parçasıydı. Adamlar son sıralarda yer aldı! Hala inanamıyorum, bence en iyilerden biriydi. Sonucu düşününce "Komşuya gitti" ağlayan Bülent Özveren uyanıyor içimdeki.



"Different faiths, different views. All we can do is to turn them in key"

4 - Dido // Everything to Lose
Şimdi coşkulu tepişmeyi bırakıp havalı havalı küçük hareketlerle dans ediyoruz. Çok "catchy" bir melodisi var, ayrı seviyorum.


"I've got everything to lose, since I met you."

5 - Lady Gaga // Marry the Night
Born This Way albümünü çok tuttuğumu söyleyemem, ancak albümdeki en iyi parça bence açık ara bu. Hızlı dans koreografileri için ideal, ki Gaga'nın da şu ana kadarki en iyi dans performansı da bu klipteydi. (Orijinal klip çok uzun, merak ediyorsanız Youtube'dan bakıverin)



"I’m a soldier to my own emptiness, I’m a winner."


6 - Nina Simon // Here Comes The Sun (Francois K. remix)
Dans etmekten yorulduk. Şimdi bara oturup Bacardi yudumlarken hafif hafif kıpırdanıyoruz, gerçekten çok şık bir remix.


7 - Supermode // Tell Me Why
Kısa ve etkili. Kapanış parçamızda yerimizde oturmuyoruz, son kez piste çıkıyoruz.


"Tell me why!?"

11 Haziran 2012 Pazartesi

Gezegenlerin Mitolojik Anlamları

Pek sevdiğim bir astronomi-mitoloji konusu, bir şeyler okurken aklıma geldi ve sizlerle paylaşmak istedim.

Malumunuz ya da değil Güneş Sistemindeki gezegenlerin isimlerinin hepsi mitolojik kökenden geliyor. Pek çoğu da Roma ve Yunan Pantheon'u ağırlıklı.


Peki bu isimler neye göre konmuş ve hepimizin bildiği resmi isimleri almadan önce değişik kültürlerde nasıl adlandırılmış? Biraz da astrolojiye bulaşacağım, sadece biraz.

Gezegenlerin sırasıyla ilerlemek gerekirse: (Pluton hala benim için gönüllerin gezegeni olduğundan kendisini de listeye dahil edeceğim)

Merkür: İsmini Roma Pantheon'unun haberci tanrısı Mercury'den alıyor. Merkür Güneş çevresindeki hızlı dönüşü sebebiyle bu isme layık görülmüş. Mercury, Yunan Mitolojisindeki adıyla Hermes pek çok pantheonda karşımıza çıkar. Haberciliğin yanı sıra, kanatlı ayakkabılarıyla hızlılığı, hırsızlığı ve zekayı temsil eder. Merkür astrolojide İkizler Burcunun temsilcisidir ki bu burç da hız ve zeka ile özdeşleştirilmiştir.


Venüs: Kendisinin iki yüz küsur derece yüzey sıcaklığı olan bir çeşit cehennem olduğu bilinmeden önce "Yerin İkiz Kardeşi" olarak adlandırılıyordu. Parlak görüntüsü ve yakınlığı sebebiyle kadınlıkla özdeşleştirilmişti. Bu sebepten ötürü de Roma Pantheon'un güzellik tanrıçası ile özdeşleştirilmesi de şaşırtıcı olmasa gerek. Diğer isimlerine gelirsek Aphrodite (Yunan), İnnana (Sümer) ve Hathor (Mısır). Venüs anaerkil paganizmde en önemli sembollerden biriydi ve kadınlıkla doğrudan ilişkili mükemmelliğin temsilcisi beş köşeli yıldız ile bağdaştırılırdı. Astrolojide lüksün, gösterişin ve feminenliğin sembolü olan Boğa burcu ve sanat, yaratıcılığın temsilcisi Terazi burcu ile özdeşleştirilir.


Dünya: Bir istisnai durum olarak İngilizce "Earth" kelimesi mitolojik kökenli değildir. Yunanca "yer" anlamına gelen "Eraze" kelimesinden türemiştir.


Mars: Kırmızı ve öfkeli. Gezegen ismini Roma Pantheon'unun savaş tanrısı Mars'tan alıyor. Yunan Mitolojisindeki ismiyle Ares. Kırmızının renk anlamının öfke, canlılık ve coşku olduğunu düşünürsek son derece tutarlı bir isimlendirme. Antik Mısır'da kırmızı gözlü kaos tanrısı Set Mars ile özdeşleştiriliyordu. Özetle nerede haşin ya da vurdu kırdı seven bir erkek tanrı varsa genelde Mars ile ilişkilendirilir çünkü maskülen enerjinin sembolüdür. Astrolojide atarlı yapısıyla bilinen Koç Burcu ve Akrep Burcu'nu yönetir. (Pluto'nun keşfi ile Mars'ın yanı sıra Pluto da Akrep Burcunun yönetici gezegeni oldu)


Jüpiter: En büyük gezegene yakışır bir isim. Adını gene Roma Pantheon'unun patron tanrısından alıyor. En meşhur Yunan ismiyle Zeus. Tanrıların babası, bereket ve şans sembolü olan bu mitolojik figür gaz devinin ismi olmuş. Jüpiter'in uyduları da Zeus ile ilişkili mitoloji karakterlerden seçilmiştir. Astrolojide Yay Burcunun öncelikli olmak üzere Balık Burcunun da yönetici gezegenlerinden biridir. Şans, başarı ve gücü temsil eder.


Satürn: Görsel açıdan en çarpıcı gezegene maalesef mitolojik ve astrolojik anlamda en zorlayıcı kimlik yapısı layık görülmüş. Satürn, Jüpiter'in babasıdır ve Yunan Mitolojisinde Zeus'un babası zamanın sembolü ve tanrısı Chronos'u temsil eder. Astrolojide genelde karşımıza çıktığında mutlaka bir bela yaratır, zaman ve deneyimle ilerlemeyi (ancak burnu da sürterek) temsil eden bir öğretmendir. Zamanın da iyi bir öğretmen olduğunu düşünürsek oldukça tutarlı bir seçim. Oğlak burcunun yönetici gezegenidir.


Uranüs: Roma pantheonun gökyüzü tanrısından adını alıyor. Yunan versiyonu ise Caelus'tur. Ana tanrıça Gaia'nın eşidir ve "Father Sky" olarak bilinir. Karısıyla birlikte ilk titanların atasıdırlar ve oğulları Kronos (Satürn) kendisini alaşağı etmiştir. Uranüs astrolojide değişimin ve yeniliğin sembolüdür, Kova Burcunun yöneticisidir.


Neptün: Masmavi bir gezegene verilmiş halikulade bir isim. Roma Mitolojisinde Neptun, Yunan Mitolojisinde ise Poseidon denizlerin efendisi tanrıyı simgeliyor. Poseidon, Zeus'un kardeşidir ve üç çatallı yabasıyla meşhurdur. Gene anlam olarak oldukça tutarlı bir şekilde Balık Burcunun yönetici gezegenidir. Burcun özelliklerinde olduğu gibi hayalgücünü, iluzyonları ve bilinçaltını temsil eder.


Plüton: Dediğim gibi azledilmiş olsa da o benim için hala bir gezegen! Roma Mitolojisinde Pluton, Yunan Mitolojisinde ise Hades yeraltı dünyasının karanlık tanrısıdır. Oldukça uzakta ve hakkında pek az şey bildiğimiz bu gezegen için son derece uygun bir isimlendirme. Ayrıca Kelt Mitolojisinde yeraltı tanrısı Bran (Anwyn) de aynı özelliklere sahiptir. Pluton bilinmeyenlerin temsilcisidir, tıpkı yeraltı tanrısı gibi kişilerin içlerinde sakladığı dünyaları, okültizmi ve gizli bilgileri temsil eder. Ayrıca tıpkı yeniden doğuş sembolü gibi Pluton sembolik olarak ölümün ve yeniden dirilişin sembolüdür. Akrep burcunu yönetir, zaten zodyakta da Akrep burcu ölümü temsil eder.


Ay: Bize en yakın uyduyu da unutmayalım. Ay yani İngilizce "Moon" kelimesi de mitolojik kökenli değildir. Germen dili kökenli bir kelime olup "Maenon" kelimesinden türediği sanılıyor. Ayla ilgili konularda kullanılan İngilizce sıfat "Lunar" kelimesi ise Latince ay anlamına gelen "Luna" kelimesinden türemiştir. Geceleri parlayan ve pek görkemli görünen Ay antik çağlarda tıpkı Venüs gibi kadınla özdeşleştirilmişti. Hatta ayın evrelerin kadınlığın aşamalarını temsil ederken anaerkil paganizmin sembollerinde pek çok yerde karşımıza çıkar. Bu kadar kadınsı bir sembolün de doğurganlığın, evin ve anneliğin sembolü olan Yengeç Burcunun yönetici gezegeni olması şaşırtıcı değil. Ayrıca Tarotta da bilinçaltının uyanışını temsil eden bir karttır.


Güneş: Hayat kaynağımızın ismi de mitolojik kökenli değil. Eski İngilizce'de "Sunne", eski Germen dilinde "Sunnon" kelimesinden türemiş. Güneş başarıyı, gücü ve mutluluğu temsil eder. Ay'ın aksi olarak Güneş de erkeği sembolize eder. (Mars'ın maskülen sembolleştirilmesi daha farklıdır) Aslan Burcunun yöneticisidir ki sürekli parlamak ve ön planda bulunmak isteyen bir burç için oldukça uyumlu. Tarotta genelde mutluluk ve refah anlamı taşıyan olumlu bir kart olsa da tüm tarot kartları gibi onun içinde de uyarılar bulunur.


Pembe dizi tadında tarih

Öyle bütün gün mitoloji kitabı, psikolojik ya da fantastik bir şeyler okumakla geçmiyor tabii ki hayat. Çeşitli rivayetlerle şekillenmiş kurgusal tarihi romanları pek severim.

Bu ekolün en ünlü temsilcilerinden biri 90'ların ortasında Christian Jacq olmuştu. Ramses serisiyle sağlam bir okuyucu kitlesine ulaşmış, herkesin ilgisini de Mısır'a çevirmişti. Tarihi açıdan saçmalık derecesinde kurgular olmasına karşın çok akıcı kitaplar yazmıştı, beş kitabı beş günde bitirdiğimi hatırlıyorum.


Tam bu ekolden olmasa da Wilbur Smith'in de Antik Mısır serileri son derece sürükleyicidir. Nehir Tanrısı olsun, Yedinci Papirüs olsun çok sevdiğim kitaplar olmuştu. Bir sonraki kitapta ana karakter fazla fantastikleşip sıkıcı hale gelmişti ama ilk iki kitap gerçekten güzeldir. Özellikle serinin ikinci kitabı Yedinci Papirüs, Antik Mısır soslu Indiana Jones uyarlamasıdır.

Yazımızın esas kişisi ise Phillippa Gregory. (Necmiye, Fahriye gibi bir isim sanırsam) Kendisini en çok nereden tanıyoruz: Elbetteki "The Other Boleyn Girl" isimli romanından. Eser ne kadar başarılıysa filmi de o kadar kötüydü. Ancak meşhur "cadı" Anne Boleyn'in hayatını oldukça çarpıcı bir kurguyla anlatmıştı.


Bu kitabın başarısından sonra Tudor Hanedanının hikayelerini yazmaya devam eden Gregory, The Other Boleyn Girl dışında beş kitap daha yazdı. Bir tanesinde VIII. Henry'nin kızları Kanlı Mary ve Elizabeth'in öyküsünü anlattı, bir sonrasında ise Elizabeth ile evli sevgilisi Robert Dudley'in skandal ilişkisini. Konuyla ilgili incelemeyi buradan okuyabilirsiniz. Başka Tudor dönemi karakterleri de diğer romanlarında karşımıza çıktı.

Bu seriyi bitirdikten sonra yaklaşık 30 yıl süren "Güller Savaşı" diye bilinen York ve Lancaster hanedanlarının öykülerini anlattığı beş kitaplık bir seriye başladı. Ülkemizde serinin yalnızca ilk iki kitabı çevrildi.


Geçenlerde de kitapçıda yazdığı ilk seri olan Wideacre Üçlemesinin ilk kitabını buldum, henüz başlamadım bakalım nasıl çıkacak?

Phillippa Gregory'nin dili son derece akıcıdır, ayrıntıları çok vermesine karşın okuyucuyu yormaz ve karakterleri katman katman tanıtarak meraklanmanıza sebep olur. Tarihi açıdan çok tutarlılık ya da gerçeklik aramanızı tavsiye etmem, neticede rivayetleri de eserlerinde oldukça kullanıyor.

Şu bir gerçek ki tarihte bazı olaylar net değil, bazıları ise romanda kullanılacak kadar çarpıcı değil. Örnek vermek gerekirse Antik Mısır firavunu Tutankhamon ve eşi Ankhsenamun çocuk yaşta tahta çıkmış iki kişiydi ve naiplerin kuklası olmak dışında bir şey yapmadılar; ama romanlar ve filmlerde ikisinin de çok daha karizmatik gösterildiği pek çok kurgu kullanıldı. Bu da başka bir yazı konusu tabii.


Bol bol entrika, ihanet, aşk, seks, yalan vb kavramların bol bol kullanılmasıyla hiç bir pembe diziden aşağı kalmayacak kitapları mevcut yazarın, doğruyu söylemek gerekirse daha çok kadın okuyucuya hitap ediyor. Özellikle de yazın plajda okuması çok zevkli.

Bu linkten yazarın kitaplarının isimleri ve kronolojik sıralarına ulaşabilirsiniz.

10 Haziran 2012 Pazar

Ocean's Eleven, Twelve & Thirteen

Bu haftasonu uzun zamandır aklımızda olan bir şeyi yaparak Ocean's serisini tekrar izlemeye başladık. Eleven ve Twelve'i izledik, sırada Thirteen var.


Sırasıyla 2001, 2004 ve 2007 yapımı bu filmler tam bir yıldızlar kadrosundan oluşuyor. Kimler yok ki: George Clooney, Brad Pitt, Matt Damon, Andy Garcia, Vincent Cassel, Al Pacino, Julia Roberts, Catherine Zeta Jones ve daha nicesi. Malum çok fazla yıldızlı filmlerde genelde senaryo zayıflığı ya da bir şekilde filmin beklendiği kadar çarpıcı olmama riski sık görülür, ancak üç filmde de hem çok eğlenceli hem de temposu bitmek bilmeyen bir macera var.


İlk Ocean's Eleven 1960 yılında çekilmişti ve Frank Sinatra başroldeydi. Yeni versiyonlarda Danny Ocean rolünde  George Clooney  var ve zaten başta  Brad Pitt  ve  Matt Damon  arkadaşları. Bu hava filme de yansıyor.


Suç filmlerinden hoşlanıyorsanız ve henüz izlemediyseniz şiddetle tavsiye ettiğim bir seri. Eğer daha önce izlediyseniz de ikinci izleyişinizde gene aynı keyfi alabiliyorsunuz.

Filmin en önemli kötü adamı Terry Benedict'i  Andy Garcia  canlandırıyor. Üç filmde de en favori sahnelerimin ikisi kendisine aitti. Bu kadar "racon" bir adam bu kadar geyik sahnelerde oynayınca, izlemesi ayrı bir keyifli oluyor.

O sahnelerden birini de ekleyeyim son olarak, iyi seyirler.





Madonna Hatırası

Konunun güncelliğini kaçırdığımın farkındayım ama öncelikle konserden sonrası gün o kadar yorgundum ki yazacak gücü bulamadım, sonra da haftasonu araya girdi; güzel de oldu. Neyse konuya dönersek:


Şu bir gerçek ki biz "şov" görmemişiz. Bilmemkaç senedir düzenli bir konser izleyicisiyim, bu şova kafa tutabilecek tek şey 2010'daki Rammstein konseriydi. (Bir de Daft Punk konserini herkes anlata anlata bitiremez, maalesef gidememiştim) Ancak benim oyum gene de Madonna'ya gidiyor; konserin yarısından fazlası pek de aşina olmadığımız (son hafta ders çalışır gibi albümü dinledim) çok da parlak olmayan parçalardan oluşmasına karşın ağzımız açık, hayranlıkla izledik kendisi ve ekibini. Ayrıca ilk dinlediğimde burun kıvırdığım parçalar şu anda kulağıma çok daha hoş geliyor, ne yalan söyleyeyim.


Madonna'nın yaklaşık 40 dakika geç çıkması giderek seyirciyi huzursuz ederken, hatta yavaştan yuhalanmaya başlamışken müthiş bir açılış mizanseni izledik. Şahsen konserin en beğendiğim kısımlarından biriydi. Madonna'nın etnik müzik sevdasının sürmesini diliyorum, adeta postmodern bir ayinin içindeydik. Havada uçan devasa bir buhurdan, cübbeli keşişler (normal keşişlerden farkı taşlı topuklu ayakkabılarıydı) ve arkada konseptle müthiş uyumlu ekranlar... Youtube'da telefonla çekilmiş görüntüler var ama DVD'si çıkarsa mutlaka edinmek lazım, hakikaten aklımda en çok o görüntüler kalmış.


Konser çeşitli mizansenlerden oluşuyordu. Madonna bir evin içinde ona saldıranları beyninden vurdu, ponpon kız oldu, Jean Paul Gaultier'in onun için tasarladığı ikonik kostümünün yeni bir versiyonuyla Vogue söyledi, hippi oldu ve bir tren yolculuğuna çıktı en son da bir parti kızı olarak herkesi coşturdu.

Bu konserin çok kısa bir özeti. Aklımda kalan diğer bir detay da "Like A Virgin"in dramatik versiyonuydu ki gerçekten etkileyiciydi. Hung Up mixini sevmedim, orijinalini tercih ederim. Revolver da epey iyiydi.


Sahne harikaydı; inip çıkan yükselen düzenekleriyle kah DJ kabini oldu, kah bir tren. En son parça Celebration'da Tetris ekranına dönüştü. Sahneyi takip etmek gerçekten kolay değildi, birden bir piyano beliriyor, adamlar kayboluyor ve yenileri geliyor; hatta havada birden yürüyen bir bando grubu bile karşımıza çıkıyordu.

Bunun dışında Madonna striptiz yapmayı da unutmadı, hatta 50.000 kişi Madonna'nın göğsünü bir saniye olsa da görmüş oldu :)


Sahne önünde hem ses hem de görsellik doruk noktasındaydı ancak okuduğum ve duyduğuma göre özellikle yukardaki tribünlerde ses çok kötüymüş, sürekli uğultu duyulmuş. Konserleri stadlar ya da Küçük Çiftlik Park'ında yapmak yerine umuyorum ki biri akıl edip de 20-30.000 kişilik özel bir konser alanı yaptırır; gerçekten lazım.


Yalnız şu bir gerçek ki gerek hafta içi olması ve uzun süre beklemenin yorgunluğu, gerek şarkıların çoğunun bilinmemesi seyircinin tepkisiz kalmasına sebep oldu. Herkes kurtlarını dökmeyi beklemiş olacak ki "Like A Prayer" sırasında ilk kez herkes dans etti ve şarkıya eşlik etti. Aralar bir kaç Holiday, La Isla Bonita vb klasik sıkıştırılsa çok daha coşkulu bir kalabalık olurdu muhtemelen.

Ve o kadar güzel geçen yaklaşık iki saate stattan çıkış işkencesi hiç yakışmadı. Tam bir felaketti, özellikle de izdiham çıktığında merdivenlerin üzerinde olayın ve kendinin resmini çekmeye çalışan gerizekalılar, size en içten dileklerimi sunuyorum.


Konseri izlerken tekrar anladım ki başta Lady Gaga olmak üzere (ki kendisini de pek severim ve umarım canlı izleme şansım olur) şimdiki "pop prensesleri"nin yaptığı pek çok şeyi Madonna 90'larda yapıp bitirmiş ve devam ediyor. (Mesela Justify My Love'un klibini izleyebilirsiniz, sene 1990) 54 yaşında bir kadının biz iki saat ayakta durup sızlanırken müthiş bir enerjiyle seyircinin karşısına çıkması gerçekten müthiş. Playback yaptı bilmemne diye kınayanları anlamıyorum, şahsen umrumda değildi; zaten Madonna da hiçbir zaman önceliği "ses" olan bir sanatçı değil, o bir "showgirl" ve en iyisi.

Not: Yazımda kullanılan fotoğraflar Bülent Bayrak'a aittir, tüm konser fotoğraflarına buradan ulaşabilirsiniz.



5 Haziran 2012 Salı

Kaş yolcusu kalmasın

Geçtiğimiz ay hiç aklımda yokken aniden gaza gelerek tekrar bir Kaş turu yapmaya karar verdim. Bu üçüncü gidişim olacak ve şimdiden kendimi havaya sokmaya başladım bile.

Tatil moduna hazır girmişken pek bayıldığım Kaş ile ilgili de bazı bilgiler vermek istedim. Umarım işinize yarar.


Ulaşım ile başlarsak otobüsle yaklaşık 15 saat sürüyor. Uçakla gidecekseniz Dalaman Havaalanından transfer yapmanız gerekli. Transfer yaklaşık 2-2,5 saat sürüyor ve biraz da tuzlu. (Ne kadar tuzlu: Tek yön 2-4 kişilik araba fiyatı 150-200 TL arasında)

Konaklama kısmına geçersek temiz olsun, sade olsun ama denize de baksın içim açılsın diyorsanız Küçük Çakıl hattındaki otelleri tavsiye ederim. Nur Beach, Nur Apart, Linda vb oteller benzer fiyatta benzer tipte oteller.  Kahvaltınızı yapıp hemen denize gidebilirsiniz. Eğer biraz daha lüks takılayım diyorsanız aynı hatta Hera bulunuyor.


Küçük Çakıl ve Büyük Çakıl benzer plajlar. Adı üstünde bol çakıllı ve bol soğuk su akıntılı. (Kaş'ta sıcak deniz hayali pek gerçek olmuyor) Bunun dışında iskeleye gidip tekneyle liman ağzına geçebilirsiniz. Orada bir kaç tane beach var ve su ılık. Son olarak Kaputaş turkuaz su & beyaz kum kombinasyonuyla diğerlerinden farklı. Ulaşmak için minibüse binmeniz gerekiyor. Bir de denizi çok dalgalı, sağlam bir bikini giymekte fayda var :) (Bir de Kaputaş'a giderken eşya bırakabileceğiniz bir yer yok ondan yanınıza pek bir şey almayın)


Gündüz aktivitelerine gelirsek; Kekova ve bilumum koylara giden tekne turu yapabilirsiniz. Dalış okullarında dalış yıldızları toplamaya başlayabilirsiniz. (Naturablue ve Dragoman) Ve en en en güzeli ise favorim olan Yamaç Paraşütü (Paragliding) yapabilirsiniz. Bunun dışında rafting, safari vb turlar da var.


Burada bir satır açayım, yamaç paraşütü açık ara hayatımda en keyif aldığım şeylerden biri oldu. Eğer denemek isterseniz mutlaka Naturablue'ya uğrayın; pilot ekibi de ayrıca süperdir. Bu gidişimde de tekrarlamak istiyorum. Yükseklik korkunuz yoksa mutlaka deneyin derim. Hatta bu da siteleri.


Gece kısmına geçersek önce güzel bir yemek yiyeyim diyorsanız, canınız da balık çekiyorsa Dolphin'e gidin. Ve özellikle haftasonu önceden rezervasyon yaptırmayı unutmayın. Bunun dışında Bahçe Balık da popüler bir yer. Meyhane kafası yaşayayım, arkada Tanju Okan çalsın diyorsanız Üzüm Kızına gidin. Ev yemekleri vb tatlar için ise Bi' Lokma pek revaçta başka bir yer.

Bar faslına geçersek rock müzik de seviyorsanız Kaş'ın en dolup taşan yerlerinden biri Mavi. Önünde renkli ahşap sandalyelerinin olduğu küçük bir yer. Ama kesinlikle eğlenceli. Özellikle gecenin bir saatinden sonra Bon Jovi'sinden W.A.S.P.'ına nostaljik dakikalar yaşamak mümkün.


Bunun dışında daha rock/blues takılan ve süper kokteylleri olan Hideaway var. Benim favori mekanlarım bu ikisi oldu. Onun dışında pub, çıstak bar gibi envayi çeşit yer de bulabilirsiniz.

Özellikle dişi nüfusa seslenmek gerekirse Kaş kokoş bir yer değil, yani uzun soluklu bir Çeşme ya da yurtdışı yolculuğuna gider gibi bavul hazırlamak gerekmiyor. (Yazar burada kendine sesleniyor) Hani bavulunuzun hepsini doldurup ilave bagaj almak yerine %75'ini doldurmaya gayret edin. (Yazar kendine seslenmeye devam ediyor)


Daha neredeyse gitmeme bir ay var, of...

Neyse iki gün sonra Madonna konseri, sonra doğum günüm derken Haziran güzel ve hızlı geçecek gibi.

Özetle Olympostur, Çeşmedir ya da Bodrumdur geçiniz, Kaş gerçekten bir başkadır; mutlaka en az bir kere olsun uğrayın derim.


4 Haziran 2012 Pazartesi

Dead Can Dance 19 Eylül 2012'de İstanbul'da

Etnik hatta mistik neoklasik müziğin kilometre taşlarından biri Dead Can Dance. Kuruluş tarihleri epey eski: 1981.

Müziklerinde Afrika'dan tutun Kuzey Avrupa'ya pek çok bölgenin esintilerini hissedebilirsiniz. Lisa Gerrard ve Brendan Perry ikilisi; yıllar boyunca Arcana gibi pek çok gruba ilham verdi.



Ülkemize 1996'da gelmişler, bu ikinci konserleri. 1996 çıkışlı Spiritchaser albümünden sonra ayrılan ikili yollarını 2012'de Anastasis albümü ile yollarını tekrar birleştirdi.

İkilinin Baraka filminin müziklerine imza atmalarının yanı sıra Lisa Gerrard'ın en popüler işlerinden biri Gladiator Soundtrack'teki "Now we are free" parçasının vokallerini yapmış olması.



19 Eylül 2012'de Harbiye Açıkhava Tiyatrosunda konser verecek olan Dead Can Dance'i etnik müzik severler kaçırmamalı.

Etkinlik biletleri, Biletix'te.


Prometheus

Beklenen an geldi ve bu haftasonu Prometheus'u izledim.

Sonuç? Bilimkurgu klasiği olmanın direğinden dönmüş. Direkten dönmek aslında iyimser bir yorum, top direğe değmeden auta çıkıyor.


Hakkını vermek lazım bu umut vaat eden genç kısa film yönetmeni Martin Church'ün ilk filmi olsa muhtemelen herkes gibi ben de çok daha övgülü cümleler kuruyor olurdum ama işin içinde Ridley Scott (Televizyonlarını yeni açan seyircilerimiz için Blade Runner, Gladiator ve prequel'ini çektiği Alien serisinin yönetmeni oluyor kendisi) olunca bir de üstüne o muhteşem fragmanları izleyince beklenti de o oranda yükseliyor.


Tamam hemen hiçbir şeyi beğenmeyen sinema eleştirmeni moduna geçmeyeceğim. Filmi genel olarak beğendim. Görsellik açısından karşımızda bir şaheser var. Görüntüleriyle uzun zamandır adam gibi bilimkurgu karelerine hasret bünyeme ilaç gibi geldi. 

Eh tahmin edeceğiniz gibi yazı filmle ilgili pek çok detay içeriyor.


Filmin açılış sahnesi (müzikle uyumu harikaydı) ve David'in Space Jockey'in gemisinin sistemlerini keşfettiği sahne kesinlikle klasik olmaya aday.

İlk yarısı bittiğinde açıkçası hayatımda izlediğim en iyi bir kaç bilimkurgu filminden birini izleme ihtimalimin yüksek olduğunu düşünüyordum. Ancak ikinci yarıda film dağılmaya, daha doğrusu saçmalamaya başladı. Özellikle bunda aşırı gereksiz "inanç" muhabbetinin etkisi büyük.

Artılara dönersek Michael Fassbender, humanoid David 8 rolünde gerçekten harika bir oyunculuk sergiliyor. (Bu adam 300'de savaşçı oldu, Basterds'de nazi subayı oldu, Magneto oldu, seksomanyak oldu, Jung oldu, robot oldu; daha ne olacak bakalım?) Karakterini fragman ya da viral videoların da ötesinde müthiş canlandırmış, hatta adam resmen robot olmuş. Bir iki seneye oscar alacağına eminim.


Görsel tasarımları tekrar övmek istiyorum. Çok güzeldi. Çok. Giger'ın konseptinden yola çıkmışlar elbette. Özellikle sonradan uzay gemisi olduğunu anladığımız mekanın odaları detaylarla doluydu. Ama en çarpıcı görüntüler David'in ilk satırlarda dediğim gibi geminin kontrol panelinin çalışmasını hologramdan izlediği ana aitti bence. Shaw'un sezaryen sahnesi de etkileyici. (Eh sevgili sezaryen karşıtları napsın kadın şimdi, içinde canavar var? Kadını mı yesin? Onu geçtim canavar bizi yemeye geliyor be)

Yıl 2089. Fütüristik tasarımlar hiç abartıya kaçmadan gözü okşuyor. (Kıyafetler çok tuhaf değil mesela, aluminyum folyo giymiş insanlar yok karşımızda) Hologramlı sahnelerden yola çıkarsak umarım biz de yakın zamanda bu gerçeklikte görüntüleri izleme şansına erişiriz. Ayrıca o mağaraların haritasını çıkaran kırmızı ışıklı alet ne güzeldi öyle, keşke olsa bende de bir tane. :)


Gelelim en içimin kıyıldığı bölümlere: Elizabeth Shaw üzerinden yapılan aşırı sıkıcı "I want to believe" muhabbeti, haçına yapılan anlamsız zoomlar, çaktırmadan Darwinistlere laf sokulması vb sahneler filmi yavaşlattı ve etkisini azalttı. İlla bilimkurgu yapımlarında bir yere mutlaka dinsel bir motif yerleştirin kuralı mı var nedir, anlamıyorum.

Düşün yani karnından Alien çıkmış, canlı canlı sezaryen olmuşsun, sevgilini canavar ele geçirmiş bir de yakmışlar, sen hala haçım nerde geyiği yapıyorsun. (Asıl o anda yapılır muhabbeti yapmayın bana, sizi veririm "elyın"lara; öf bir de kafiye oldu)


Space Jockey'in uyanır uyanmaz dünyalıları öldürmeye çalışması garipti. Filmin sonunda da işaret edildiği gibi "Mühendislerin" insanlığa neden bu kadar nefret duyduğu ve yok etmek istediği bir sonraki filmin konusu olacak.

Son olarak tekrar değinmeden edemeyeceğim; humanoid David en ilginç karakterdi filmde bana göre. Duyguları olmayan bir robot olarak tasvir edilse de özellikle kendisinin "Robot" oluşu vurgulandığı her anda kızdığını fark etmişsinizdir. (Shaw'un sevgilisini de bu yüzden mi denek olarak kullandı diye düşünüyorum) Ayrıca kendisinin dediği gibi "Herkes ebeveynlerini öldürmek ister". Bu repliğin benzeri karşımıza Battlestar Galactica'da da çıkmıştı. Tabii konu  Ridley Scott  olduğu için Blade Runner ve Replicantları düşünmeliyiz esasen. Eğer devamı çekilirse en çok izlemek istediğim karakter kendisi.


Bugün konuştuğumuz gibi bu filmi kesinlikle şöyle en az 30-40 dakika eklenmiş sahneli en güzelinden bir Director's Cut paklar; umarım çok vakit geçmeden bu versiyonunu da izleriz.

Ayrıca 7 Haziran için ders çalışıyorum resmen Madonna'nın son albümünü dinleyerek. Ne kadar sıkıcı bir albüm bu, of...