13 Mart 2012 Salı

Mitolojik Öyküler: Huang ve Long


Bildim bileli beri antik tarih ve mitoloji ilgi alanlarımdan biri. Antik Mısır mitolojisi ile başlayan hikayem hala devam ediyor; denk geldikçe farklı kültürlerden yeni öyküler, yeni simgeler keşfetmeye çalışıyorum.

Çocukken masal dinlemeyi pek severdim, ileride bir çocuğum olursa ona da tıpkı bana yapıldığı gibi öyküler anlatmak isterim. Öyküler güzeldir; hem dinlemesi hem de anlatması.

Sesli anlatmanın etkisi paha biçilemez ancak ben de blogumda sizle zaman zaman mitolojik öyküler paylaşmak istiyorum.

İlk öyküm uzakdoğudan gelecek. Zamanında mitolojik öyküler kitaplarından birinde karşıma çıkmıştı, bugün dinlediğim bir parça bana o hikayeyi çağrıştırdı.

Bu arada öykünün bulunduğu kitabı ya da metninin istediğim gibi bir benzerini bulamadığımdan kendi sözcüklerimle sizlerle paylaşacağım, bir kusur varsa şimdiden affola.


---

Efsaneler çağında uzak bir diyarda gümüş ülkesi ve tunç ülkesi diye bilinen iki ülke vardı. Bu iki ülkeyi engin bir nehir ayırırdı. Bu nehir kadar güçlü akardı ki iki ülke arasında ne gelen olurdu, ne de giden.

Ta ki o gün gelene dek...

Gümüş ülkesinin kraliçesi Huang'ın bir sırrı vardı. Öyle derin bir sırdı ki ne kralına ne de en yakınlarına söyleyebilmişti.

Kimi zaman omuzlarındaki yük ağırlaşınca saraydan, çok sevdiği halkından da uzaklaşmak için yollara düşer, ülkesini çevreleyen duvarlardan uzaklaşırdı. Ancak ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın gizemini içinde taşımaya devam ederdi.

Güzel bir bahar sabahında güneş pırıl pırıl parlar; kuşlar kendi şarkılarını söylerken kraliçe gene yürüyüşe çıkmıştı, esen yel öyle ılık hava da o kadar mis gibiydi ki geriye dönmeyi unutuverdi.


Bebekliğinden beri hakkında dehşetli hikayeler anlatılan o taşkın nehir bile düşmanca görünmüyordu uzaktan. Tüm ihtişamıyla coşku içinde akıyordu, adeta yanına çağırır gibi.

Yürüyüşüne devam etti kraliçe; taşıdığı yük uzun zamandır bu kadar ağır gelmemişti, bir o kadar da hafif.

Nehrin kenarına yaklaştı, korkulan nehir hiç de korkunç değildi. Saygı uyandırıyordu, ancak suyun huzmelerini hissetmek bir o kadar da hoştu.

Derken gözlerini uzaklara dikince suyun içinde bir karaltı gördü. Bu bir insan mıydı? Akıntıya kapılmış ilerliyordu. Kim olursa olsun bu akıntıdan kurtulamazdı. Onu kurtarmaya çalışırsa kendi insan bedeni de.

Yapacak bir şey yoktu, ne olursa olsun o canı kurtarmalıydı.

Hatırlayamadığı kadar uzun yıllardan sonra ilk kez gerçekte olduğu şeye dönüştü ve akıntıda sürüklenen o karaltıya doğru hızla uçtu. Bir adamdı bu, dalgalar içinde sürükleniyordu. Pençeleriyle onu yakaladı ve kendi sınırlarının olduğu bölgeye taşıdı.

Adam baygındı, kayalar göğsünde derin yaralar açmıştı. Hiç bir insan eli bu yaraları iyileştiremezdi ama bu elim derdin sadece kendisine nasip olmuş bir çaresi vardı.


Anka kadının gözyaşları adamın yaralarına süzüldü, mucizevi bir şekilde yaralar kapanmaya başladı, ta ki tek bir çizik kalmayana dek.

Bundan derler Anka'nın gözyaşları her şeyin devasıdır diye. Ölümü bile yenebilir.

Adam kendine gelirken kraliçe insan suretine geri döndü. Adam gözlerini açtığında karşısında normal bir kadın vardı.

Adamın ilk sözü "Sen de benim gibisin" oldu.

Kraliçenin kanı çekildi, böyle bir şeyi kimsenin bilmemesi gerekliydi. O da normal bir insandı ve öyle olmasa bile öyle bilinmeliydi.

"Ne gibi?" diye sordu kadın. Bu sırada adam ayağa kalkmış ve gözünü nehrin karşısına dikmişti.

"Benim ülkem nehrin karşı tarafında." Adam bu sırada kanlanmış gömleğine ve sapasağlam vücuduna bakıyordu. "Ve tüm bunlar kendi kendine iyileşti?" Kadına soru sorarcasına bakarak gülümsedi.

"Seni bulduğumda nehir kenarında yatıyordun". Sırrını asla bir yabancıyla paylaşmayacaktı. "Tanrılar seni esirgemiş."

"Öyle olsun" dedi adam. "Gene de beni kurtardığın için teşekkür ederim. Zira zaman zaman buraya gelip biraz oyunu fazla kaçırınca kazalar kaçınılmaz olabiliyor."


Hava kararmaya başlamıştı, kraliçenin geri dönmesi gerekliydi. Peki bu yabancı kendi ülkesine nasıl dönecekti? Ve ne garip şeylerden bahsediyordu!

"Haklısın, sen de ben de kendi ülkelerimize dönmeliyiz. Görüşmek üzere, gümüş kraliçe."

Bu hiç tanımadığı halde sanki tüm sırlarını biliyormuş gibi görünen tuhaf yabancı ile konuşmak yerine, bir selam verip yoluna gitmeliydi; ama merak dürtüsünü bastıramadı.

"Sen de benim gibisin derken ne demek istedin" diye sordu.

Adam güldü, göz açıp kapanmasından kısa bir süre sonra adam kaybolmuş ve kocaman kanatlı bir canlı nehrin üzerinden uçup karşıya geçmişti. Ejderha kanatlarını adeta kadını etkilemek istercesine açtı.

"Bunu."

Bir an sonra tekrar aynı adama dönüşmüştü. Ve kadına el sallayıp uzaklaştı.

Bu adam Tunç ülkesinin kralı Long'du.


Sırrının keşfedilmesi Huang için hem korkutucuydu, hem de huzur verici. Dünyada tek değildi, onun gibi biri daha vardı. Gümüş ülkesinde hayatı çok güzeldi, ama bu farklı bir şeydi.

Ancak ertesi gün merakını yenemeyip nehir kenarına gittiğinde Long'un nehrin diğer kıyısında onu beklediğini gördü.

Huang ve Long o gün korkmadan kendileri oldular; Huang gerçek bir anka, Long ise bir ejderha. Gök yüzünü boydan boya kat ettiler, şarkılar söylediler, kimi zaman bulutların üzerinde dans ettiler.

Kimi zaman ise Long korkmadan ateşlerini saçtı, Huang ise alev alev yanıp özüne ulaştı.

Özgürlük çok güzel bir şeydi, hem huzurlu hem de sarhoş edici.

Ancak zaman akıp gitmeye devam ediyordu, ikisinin de insan bedenleri yaşlanıyor, ülkelerindeki hem iyi hem de kötü anlar birbirlerini kovalıyordu.

Kadın bir anka, adam da bir ejderhaydı ama ikisi de birer hükümdardı ve ülkeleri her şeyden önce gelirdi.


Belki hep istedikleri gibi birlikte uçamadılar ama bunun anısını hep yüreklerinde taşıdılar. Gün geldi ikisinin de insan bedenleri yaşlandı ve birlikte uçmak hayallerde tatlı bir anı oldu.

Ama ne olursa olsun son nefeslerini verene dek Huang ve Long günde iki kez nehrin kıyısında gerçek suretleriyle birbirlerini selamlamayı unutmadılar. Gün doğarken ve gün batarken.

Bu dünyadan göçmelerinden yıllar sonra bile kendi soyları birbirlerini selamlamaya devam etti.

Ne anka ile ejderhanın efsanesi unutuldu, ne de Huang ve Long'un adı. Hem suretleri evrensel bütünlüğün sembolü oldu, öyle ki ikisinin resimlerini insanlar kutlama yaparken kapılarına astı, çocuklar onların ismini taşıdı.

Nerede olursa olsun Yin ve Yang'ın çocukları anka ve ejderhanın resmini görürseniz bilin ki hem aynı hem de bambaşka olmanın evrensel bütünlüğü tekrar kutsanıyor, Huang ve Long'un adları bir kez daha anılıyordur.


Tavsiye edilen soundtrack:
Hans Zimmer - A Way of Life (The Last Samurai)
Tan Dun - Love in Distance  (Ying Xiong // Hero)
Tan Dun - Farewell (Crouching Tiger Hidden Dragon)



 




1 yorum:

  1. Bildim bileli --beri-- sansüre ve engellemelere karşıyım. Yaşasın düşünce özgürlüğü. ;)

    Hikaye hoş. Simgelerle ilgili de yazın olursa zevkle okurum.

    YanıtlaSil